Seksenli yıllar. Hallacın pamuğu savurduğu gibi 12 Eylül Cuntası devlet bürokrasisini savuruyordu. Tıpkı AKP’nin bugün yaptığı gibi. Ancak o dönemin mağdurlarına iktidar “solcu” ve/veya “komünist” diyordu. Bu gün ise hain diyor. Bizi kişisel olarak “hainlikle” suçluyamadılar. Oysa bugün direk hain diyorlar. Ben bunu önemsiyorum. Demek ki hainler “solcu” ya da “komünistl”lerin arasından çıkmadı. Oysa bugün “alnı secde” edebiyatı yapan müslümanlar değil “dinciler” birbirlerini hainlikle suçluyorlar. Devlet bürokrasisinin üst kademeleri yine bugünkü gibi “badem bıyık” denen, bizim “takunyalılar” dediğimiz gurubun elindeydi. Ben de bu hengameden payımı aldım. Sanırım 11 ya da 13 aylık gibi bir işsizlik sürecinden sonra, bin ikiyüz kişinin çalıştığı bir işletmede mali işler müdürü olmuştum. Özel sektör, 12 Eylül kıyımının devletten dışladığı, bizim gibileri, tehlikeli görmeyip “yetişmiş” kadrolar diyerek büyük çoğunluğunu bünyesine aldı. Bugün büyük holdinglerin üst düzey yöneticilerinin önemli bölümü hala 12 Eylülde kıyıma uğruyanlardan.
Neden bu kısa geçmişi anlattım? Belirttiğim dönemde yine kamuda mutsuzluğu nedeniyle ayrılıp, çalıştığım şirkete Genel Müdür Yardımcısı (teknik) olarak gelen bir makine mühendisiyle çalıştım. Kendisi benim nazarımda, çok değerli, bilgili, işletme yönetim becerisi, üst düzeyde bir “ağabey”di. Kişilerin her hangi bir konuyu anlama, değerlendirme ve farkında olma becerisini, “üçe kadar sayıyor mu?” diyerek sorgulardı. Bu ifadeyi her olayda ve her makamdaki kişi için de kullandığına şahit oluyordum. Çok önemli bir değerlendirme tarzıydı. Olayların birbirini tetikliyecek değişik hallerini ya da gelişimini tahmin edebilen, atılan her adımın nasıl bir sonuç doğurabileceğini kestiren kişi az hata yapar.
Ülkemizde ve bölgemizde yaşanan politik gelişmeleri değerlendirirken sanırım böylesi basit, kolay ve anlaşılır bir soruyla sorgulamadığımız için, gelişmeler de üst üste binince, sorunun asıl nedeni gözden kaybolabilmektedir. Böyle olunca da olayları yerli yerinde değerlendirme şansını yitirmiş oluruz.
ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice 7 Ağustos 2003 tarihinde The Washington Post Gazetesinde yazdığı makalede; “Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da 22 Ülkenin rejimleri ve sınırlarının değişeceğini” yazmıştı. Bu ülkeler arasında Türkiye, Irak, İran ve Suriye de var, demekteydi. Bu makale Türkiye’de gazetelere haber olmuş, köşe yazarları makaleler yazmış, siyasiler fikir yürütmüşlerdi.
Bizim Cumhurbaşkanımız, o dönemin Başbakanı; “Biz, Büyük Ortadoğu ve Genişletilmiş Kuzey Afrika Projesinin eş başkanıyız” diyerek övünüp, durumu gurur konusu yapıyordu. İlk Irak operasyonunda Türkiye Büyük Millet Meclisi direnerek Irak’ın işgaline karşı çıktı. Ancak ABD Irak’ı “diktatör” diyerek dünyaya ilan ettiği Saddam Hüseyin’i devirmek, Irak halkına demokrasiyi götürmek için işgal etti. Süreç Mısır’da ve Tunus’da adı “halk isyanları olan” küresel güçlerin kışkırtmalarıyla mevcut hükümetleri devirerek dini ağırlıklı “turuncu devrimler eseri” hükümetler kurdu. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti bu iki siyasi gelişmeyi “övgüyle” selamladı. Farklı düşünenleri dünyayı anlayamamakla suçlayıp yerin dibine batırıyorlardı. Libya’da yine “diktatör” olarak dünyaya ilan ettikleri Muammer Kaddafi'yi iktidardan düşürmek için bu kez ABD’nin yanında AB’de devreye girdi. Hatta Kaddafi'ye karşı savaşacak muhaliflere uçakla Türkiye’den para gönderildiği basına yansıdı. Sonuçta “diktatör” Kaddafi’nin cesedi sokaklarda sürüklenerek halka teşhir edildi.
O günlerde bizim Başbakanımız eşiyle Bodrum’da Beşar Esad ve ailesiyle tatil yapıyordu. Oysa ABD “durmak yok yola devam” diyordu. Çünkü bizimkiler BOP eş başkanlığıyla övünüyorlardı ama BOP’u sayı sıralamasında Bir! diye hizaya almamışlardı. Sıranın kendilerine, Türkiye’ye geleceğinden bihaber beş yıldır Suriye Devleti'ni paramparça etmeye, terör batağı yapmaya yardım ediyorlardı. Peki etrafımızdaki tüm “diktatörler” devriliyorda sıra Türkiye’nin “diktatörü”ne gelmiyecek miydi? Sayı silsilesindeki “Bir!” hesaba katılmazsa yani 2003’teki makale ABD’nin esas politikası doğru algılanmazsa, konu yalnız Suriye sorunu olarak değerlendirilir. Öyle ki; adı geçen makalede “sınırları değiştirilecek ülkeler arasında Türkiye sayılmasına rağmen bunlar PKK ile “çözüm süreci” tartışıyordu. Şimdi bazıları hapse atılan “aydın” kisvesindeki işbirlikçiler durumu hala özgürlük insan hakları teraneleriyle süsleyip, analar ağlamasın acılarıyla soslayarak göz ardı etmeye çalışıyorlardı. Akıllara gelmiyor mu Türkiye’nin sınırları kiminle değiştirilecek? Yeni yeni mi anlaşılıyor PKK’nın rolü?
Bereket ki; AKP’nin 7 Haziran seçimlerindeki yenilgisi, Türkiye'deki süreçleri tersine çevirdi. BOP’u ne kadar anladılar bilemiyorum. Hatta olayların gelişim sürecini, değerlendirebiliyorlar mı? Yani üçe kadar sayma niyetleri ve kabiliyetleri var mı onu da bilemiyorum ama; “Suriye ve Irak’taki kardeşlerimizi bu küresel senaryonun çarkları arasında ezilmekten, kendimizi de benzer bir akıbete uğrama tehdidinden kurtarmak için tüm imkanlarımızı kullanacağız” sözlerini, Tayyip Erdoğan’ın söylediğini kulaklarımızla duyunca, gözlerimizle okuyunca, sayı sıralamasında “Bir!” dediklerine, Numan Kurtulmuş’un “Amerika bir an evvel Ortadoğu’dan kendi işgalci pozisyonunu değiştirmek durumundadır” sözlerine umutlanacağız belki. Ama, bugüne kadar, gerek Türkiye’de gerek bölgede akan kanın sorumlusunun üçe kadar saymasını bilmediğinizden kaynaklandığını artık anlayın. Eğer üçe kadar sayarsanız gidenleri geri getiremezsiniz ama belki bundan sonrası için bir umudumuz olabilir.