Uzun zamandır Gerçek Haberci.com'a yazı yazamıyorum. Ne zaman bir konunun ucundan tutup yazayım diye otursam ya gündem 180 derece değişiyor, yada olmadık aksilikler oluyor.
Haklı olarak gerçekhaberci.com Genel Yayın Yönetmeni Adem Nakçı da bana "Hani nerede yazın Bak bir ay oldu, yazmadın" diyor. Benim şahsi ruh halimin pek yerinde olmamasına ülkenin bozuk psikolojisi de eklenince, gayri ihtiyari soruyorum.
"Ülkemde onca acı yaşanırken ne yazayım; hangi birine yetişeyim?"
"Devam!" diyor Adem bey.
Peki o zaman yazayım; okuyun.
Ne yapalım, nereden başlayalım ki hangi birisini ele alalım. Şehitleri mi, bitmek bilmeyen göz yaşlarını mı yoksa ülkede olan laçkalaşmış siyasetimi.
İyisi mi tüm bunları bugünlük bir kenara bırakıp değişen yaşam tarzımızdan, en önemlisi değişen ruh halimizden söz edeyim.
Ama öncesinde bu hafta içinde basına yansıyan ve benim dikkatimi çeken iki haberi sizlerle paylaşmak istiyorum.
İlk haberimiz Aydın'ın Buharkent ilçesinden.
54 yaşında emekli H.H.D, önceden tanıştığı 15 yaşındaki R.D ve onun arkadaşı H,Y yi otomobiliyle bir süre gezdirdikten sonra kendisine ait boş bir eve götürdü.
İddiaya göre çocuklarla birlikte burada alkol alan H,H,D bir süre sonra H,Y yi, R,D'nin yardımıyla taciz etmeye başladı. H.Y kaçmak için dışarı çıksa da tekrar yakalandı. Daha sonra eve giden H.Y'nin hareketlerinden şüphelenen babası sıkıştırınca, H.Y yaşadıklarını anlattı. Polis merkezine giderek şikayetçi olunması üzerine H.H.D ve R.D. gözaltına alındı.
İkinci haberimiz ise; Ordu'nun Ünye ilçesinden. Habere göre 19 yaşında'ki Emre A henüz bilinmeyen nedenle kavga ettiği babası Mustafa A tarafından bıçaklandı. Ağır yaralanan Emre A nın hayati tehlikesi devam ediyor.
Hiç bir şeyin eskisi gibi olmadığı konusunda hem fikiriz. Türkiye de kadına şiddet, çocuğa şiddet, tecavüz, ensest ilişkiler anormal şeyler değil artık. Dayak cennetten çıkmadır ve baldız baldan tatlıdır gibi iki gereksiz atasözümüz bugüne uyarlanmış sanki. Sizce de öyle değil mi?
Ölüm, öldürmek, öldürülmek çok imkansız kavramlar değil artık. Dur durak bilmeyen şehit haberleri pek derinden sarmıyor eskisi gibi. Hayatına bir gün ara verip sonra tam gaz eğlence alemlerine dalan insanlar mı dersiniz, işçi kazalarında iyi ki öldü bak hükümet sallanıyor diyenler mi ya da ölmeyi hak ettiler diyenler mi.
Her geçen gün düşüncesiz ve duygudaşlıktan uzaklaştığımızın farkında mıyız. Bir yeri yaparken, diğerini yıkıyoruz. Bir masumu savunurken, diğer masumu karalayıp, geleceğini mahvediyoruz. İlgisi olsun olmasın, bir yanlışı gördüğümüzde, hemen muhalif olduklarımıza mal ediyor, yerden yere vuruyoruz.
Kısacası akıllara ziyan şeyler yaşanıyor.
Bize ne mi oldu:
Garip bir millet olduk. İşi gücü bırakmış, onca acı gerçek varken üstelik kalkmışız boş işler peşinde koşuyoruz. Etraf sürekli sıkıntılı bir yüz ifadesine sahip, yakınan, memnunniyetsiz, çabuk sıkılan ve geleceğe dair ümitlerini yitirmiş insanlarla dolu.
İzninizle yazımın bundan sonra ki kısmını yazının formatına uygun bulduğum Dört mumun hikayesiyle noktalamak istiyorum.
Ortam çok sessizdi ve fısıltıyla konuştukları ancak duyuluyordu.
İlki konuştu; "Ben barışım! Ama kimse benim yanık kalmamı sağlamıyor, sanırım söneceğim." Alevi hızla azaldı ve bütünüyle söndü.
Ve ikincisi konuşmaya başladı; "Ben inancım! Neredeyse herkes benim artık gerekli olmadığımı düşünüyor. O nedenle daha fazla yanık kalmama hiç gerek yok." Konuşmayı bitirdiği zaman, bir rüzgar hafifçe esti ve onu söndürdü.
Üzgünce, üçüncü mum konuştu; "Ben sevgiyim! Yanık kalmak için artık hiç gücüm kalmadı. İnsanlar beni bir kenara bıraktı ve önemimin idrakını yitirdi. Kendilerine en yakın olanları bile sevmeyi unuttular." ve sözlerinin sonuna geldiğinde o da söndü.
Ansızın bir çocuk odaya girdi ve üç mumun yanmadığını gördü. "Neden yanmıyorsunuz? Sizin sonuna kadar yanmanız gerekir!" Diyerek ağlamaya başladı.
Ardından dördüncü mum konuşur. "Korkma ben hala yanıkken, diğer mumları yakabiliriz Çünkü ben umudum!"