Doç. Dr. Çağhan Kızıl: Türkiye'de fiilen sürü bağışıklığına gidiliyor

TAKİP ET

Almanya'da Dresden Üniversitesi Tıp Fakültesi'ne bağlı olarak sinir bilim ve genetik üzerine çalışan Doç. Dr. Çağhan Kızıl, 'Türkiye'de fiilen sürü bağışıklığına gidiliyor. Toplumun sürü bağışıklığı kazanması için nüfusun yüzde 70-80'nin o hastalığı geçirip bağışık olması gerekir. Türkiye için bu 60 milyona yakın insan demek. Ölüm oranı yüzde 3 bile olsa iki milyon kişi eder. İki milyon yurttaşın yaşamını kaybetmesini göze alan bir metod denemek kabul edilebilir bir şey değil' dedi.

Almanya Nörodejeneratif Hastalıklar Merkezi ve Dresden Tıp Fakültesi’nde görev yapan genetik bilimci Doç. Dr. Çağhan Kızıl, “Bu bir yaşlı hastalığı değil, herkes ölebilir. Sağlık Bakanı ölenlerin yüzde 82’sinin 65 yaşın üstünde olduğunu belirterek genç nüfusa ‘sana bir şey olmaz’ mesajı veriyor. Ayrıca ölenlerin yüzde 18’inin 65 yaş altında olması da çok büyük bir rakam” dedi.



Doç. Dr. Çağhan Kızıl, Birartibir’den İrfan Aktan‘ın sorularını yanıtladı.

Ortaya çıkıp yayılmasının üzerinden üç ay geçen Covid-19 salgınının güncel durumu nedir? Vakalarda aşağı yönlü bir hareketten, azalmadan söz etmek ne zaman mümkün olacak?

Aşağı yönlü bir hareket henüz yok. 5 Nisan günü itibariyle tanımlanabilen toplam vaka sayısı 1,2 milyonu, ölüm sayısı ise 68 bini geçmiş durumda. Bu rakamlar maalesef gittikçe artıyor. Ayrıca, tanımlı 1 milyon kişiyi test sayılarına göre söyleyebiliyoruz. Yani toplamda kaç kişinin gerçekten enfekte olduğunu kesin olarak bilmiyoruz. Modellemeler bir kişinin 100 ila 900 arası farklı kişiye bulaştırabileceğini söylüyor. Yani bir kişi sadece on kişiye bile bulaştırsa, bu, 10 milyon kişiye tekabül eder. Asya’daki hızlı yayılma artık yok. Ancak hızla Avrupa’da ve daha yüksek bir hızla da ABD’de yayılıyor. Türkiye tanımlanabilen vakalar açısından artış hızı en önde olan ülke. Yani Türkiye ve dünyanın geneli için bir azalmadan bahsedemeyeceğimiz gibi, belki de tüm dünyada hastalığın en şiddetli yaşanacağı aşamaya henüz gelmediğimizi bile söyleyebiliriz.

“Sel gelip çarptıktan sonra önüne set kuruluyor”



Türkiye’nin virüsle mücadele politikasını eleştiriyor ve önleyici tedbirlerin alınmadığını söylüyorsunuz. Şu anda gelinen noktayı nasıl görüyorsunuz?

Türkiye’de alınan önlemlere tek tek baktığımızda, yanlış değil, fakat geç kalındı. Sel gelip çarptıktan sonra önüne set kuruluyor. Şu an dünyada her beş kişiden biri tam karantina önlemleri ile yaşıyor, ama Türkiye halen bu aşamada değil. 65 yaş altı serbestçe dışarıya çıkabiliyor. İnsanlara evden çıkmayın deniyor, ama 65 yaş altı milyonlarca kişi çalışıyor. İşyerlerine gidiyor, toplu taşıma kullanıyor, birbiriyle temas kuruyor. Dünya Sağlık Örgütü ve tüm bilim çevreleri sosyal mesafenin önemine dikkat çekerken bunu yapmadığınızda yayılımı azaltamazsınız. Ayrıca, test sayılarının çok önceden artırılması gerektiğini söyledik. Bugünlerde 20 bin civarında, ama üç hafta önce bu sayıda test yapılsaydı, enfekte olup semptomu olmayan kişileri bularak izole edebilirdik. Aynı şekilde sağlık sisteminin ihtiyaçlarının çok daha erken karşılanması gerekiyordu. Dünya üç aydır buna çalışırken biz daha vaka yerlerini açıklamaya yeni başladık.

Vaka yerlerinin bilinmesi neden önemli?

İnsanların İtalya’da olduğu gibi başka yerlere kaçacağı argümanıyla bu yapılmadı, ancak geldiğimiz noktada zaten Türkiye’nin her yerinde vaka var. Demek ki açıklanmadığında da bu oluyor. Ama baştan itibaren bu yerler açıklansaydı, yoğunluk olan bölgelerde sağlık hizmetlerine daha çok ihtiyaç olacağı anlaşılır ve ona göre planlama yapılabilirdi.

Ama planlamayı yapacak olan zaten Sağlık Bakanlığı. Onlar da nerelerde yoğunluk olduğunu zaten biliyordu.

Sadece Sağlık Bakanlığı’nın bunu bilmesi yeterli değil. Türkiye’deki tüm hastanelerin personeli biliyor muydu? Bilgilendirme, hazırlık, vardiya değişiklikleri, korunma için bu önemliydi. Ayrıca yerel yönetimler vaka sayılarına göre yerel “karantina yapalım ve o bölgeye malzeme aktaralım” diyebilirlerdi. Üç-dört hafta gibi çok değerli bir vakit kaybedildi. Bir de insan psikolojisini düşünün, siz etrafınızda çok vaka olduğunu bildiğinizde evde daha çok kalırsınız. Ama bilmediğinizde tercihinizi dışarıya çıkmaktan, sahile gitmekten, balık tutmaktan yana kullanabilirsiniz. Bu elbette bilinç meselesi, ama insanların suçlanabileceği bir konu değil. İnsanları paniğe sevk etmeden bu yapılabilirdi. Tüm dünya bunu yaptı. Türkiye’de bunun yapılmaması salgını artıran bir etkendir, kimse bunun aksini söyleyemez.

Bu bir yaşlı hastalığı değil, herkes ölebilir



Hayatını kaybeden ve enfekte kişilerin yaş ve cinsiyet bilgileri de paylaşılmıyor. Sürekli 65 yaş üstüne vurgu yapılıyor. Bunun sebebi ne? Bu yaklaşım neye yol açıyor?

Bu hastalık ilk ortaya çıktığında ölenlerin çoğu 65 yaş üstüydü, dolayısıyla risk grubunu oluşturuyorlardı. Fakat bu ocak ayı başında söyleniyordu. Sonraki analizlerde görüldü ki, toplumda birçok kişi enfekte oluyor. Hatta enfekte olanların yüzde 70’i 60 yaş altı. Bu bir yaşlı hastalığı değil, herkes ölebilir. Sağlık Bakanı ölenlerin yüzde 82’sinin 65 yaşın üstünde olduğunu belirterek genç nüfusa “sana bir şey olmaz” mesajı veriyor. Ayrıca ölenlerin yüzde 18’inin 65 yaş altında olması da çok büyük bir rakam. Almanya, Fransa ve ABD’de ölenlerin yaş ve cinsiyet dağılımı yayınlanıyor. Bunun Türkiye’de halen yapılmaması biraz da 60 yaş altının sokakta gezebilmesinin güvenli olduğunu anlatmak için. Bu yanlıştır. Kimse güvende değil.

Belli bir yaşa vurgu yapılmasının temel nedeni, işçi sınıfının üretime devam etmesini meşrulaştırma girişimi değil mi?

Satır arasında onu söylemeye çalışıyor. Birçok bilimsel yayın, enfeksiyonu yayanların mobil halde olan genç grup olduğunu gösteriyor. Bu insanların bazıları farkına bile varmıyor. Bazıları çok hafif atlatıyor. Ama vücutlarındaki virüs sayısı hastalığı ağır geçirenlerle veya ölenlerle aynı. Türkiye eğer bu salgını durdurmak istiyorsa, özellikle genç nüfusu sosyal yaşamdan çekmeli. Dünya bunu yapmaya çalışıyor. Almanya’da sosyal yaşam neredeyse minimuma indi. Zorunlu haller dışında dışarıya çıkmak mümkün değil. Yani bir düzen çerçevesinde bunu yapmak var, bir de böyle bilgi paylaşımını şeffaf yapmayıp halk sağlığını tehlikeye atmak var.

Diğer dünya deneyimlerine bakınca Türkiye’nin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Türkiye aslında İngiltere’nin vazgeçtiği sürü bağışıklığı sistemini fiilen uyguluyor diyebilir miyiz?

Bana öyle geliyor. Türkiye bunu bilinçli, istekli ve kurallarına göre olmasa bile fiilen uyguluyor. 65 yaş altı rahatça gezebiliyor, toplu taşıma kullanıyor, PTT’nin önünde insanlar toplanıyor. Geleceği nasıl gördüğüme gelince, bu tip durumlarda en kötümser senaryoyu çıkarıp ona göre önlemler alınması gerektiğini düşünüyorum. Eğer böyle yaparsak hastalığı minimuma indirmiş oluruz. Ama Türkiye’de iyimser senaryoya göre hareket ediliyor. Sanki kendiliğinden geçecekmiş, sokakta gezen insanlar bunu yaymayacakmış, sağlık sisteminin hiçbir sıkıntısı yokmuş gibi davranılıyor. Bu sadece Türkiye’nin değil, tüm dünyanın sorunu ve büyük bir mücadele. Sel gelmeden önce seti çekmeniz lâzım. O sel elbette seti de aşacak, ama ikincil etkileri azaltmak için sel gelmeden önce seti çekmeniz gerekiyor. Türkiye’de sokağa çıkılabilmesi bu setin konmadığı anlamına geliyor maalesef.

“İki milyon yurttaşın yaşamını kaybetmesini göze alan bir metod denemek kabul edilebilir bir şey değil”



Türkiye’nin sürü bağışıklığı kazanması büyük bedeller ödenerek belki daha erken olacak. Bununla ilgili bir projeksiyon yapılabilir mi?

Sürü bağışıklığı İngiltere’de konuşulurken en büyük karşı argüman şuydu: Sürü bağışıklığı “belki” gerçekleştirilebilir. Bu bir yoldur. Fakat burada göze almanız gereken, çok fazla sayıda insanın hayatını kaybedeceği gerçeğidir. Toplumun sürü bağışıklığı kazanması için nüfusun yüzde 70-80’nin o hastalığı geçirip bağışık olması gerekir. Türkiye için bu 60 milyona yakın insan demek. Ölüm oranı yüzde 3 bile olsa iki milyon kişi eder. İki milyon yurttaşın yaşamını kaybetmesini göze alan bir metod denemek kabul edilebilir bir şey değil. Kaldı ki, bu metod garanti bile değil. Ayrıca sürü bağışıklığı yapmak istiyorsanız insanların hastaneye yatıp tedavi olması ve sonra taburcu edilmesi gerek. Sonra yenileri gelecek. Bu dengeyi tutturmanız gerekiyor.

Örneğin İtalya’da 2 Nisan itibariyle hastanelerdeki yeni vaka sayısı 4 bin 668, taburcu olanlar ise 1431. Fark üç kat. Dolayısıyla bu dengeyi tutturabilen, yani hastaneye giren ve çıkan hasta sayısının eşit olduğu bir ülke şu anda yok. Türkiye’de fiilen sürü bağışıklığına gidiliyor ve bu yanlıştır. Bütün dünya bundan vazgeçti. Bağışıklanma ancak aşıyla olabilir ve bu da yaklaşık bir buçuk seneden önce mümkün değil. Ya bir ilaç bulunacak ya da bir süre daha karantina devam edecek ve yayılma dinamikleri azaltılacak. Pozitif bir şey de söyleyelim. Yapılan çalışmalara göre hastalığı enfekte olanların birçoğu ya fark etmeden ya da hafif semptomlarla geçiriyor. Fark etmeyenlerin ne kadar olduğunu bilmiyoruz. Fakat yüzde 50’den bile fazla olduğunu düşünsek zamana yaydığımızda birçok insan bu hastalığı geçirecek. Çoğu kişi ölmeden iyileşecek. Dolayısıyla, bu süreci de beklemek gerekiyor. Uzun vadede toplumsal bağışıklık zaten olacak. Ama bu bağışıklığı bir anda sağlayalım demek sağlık sistemini çökertir, sağlık personeli dahil sayısız insanın yaşamını yitirmesine yol açar.