AKP kurulduğu günden beri ülkenin demokratik geleneklerinden yararlanarak, adım adım devlet yönetimine yerleşti. Genel başkanları Recep Tayyip Erdoğan’nın yasal olarak seçilme şansı olmadığı halde; CHP Genel Başkanı Deniz Baykal “oy çokluğuyla iktidar olmuş bir partinin Genelbaşkan’nın seçime girememesini fikir özgürlüğüne, toplumsal hoşgörüye uygun görmemiş”, yaşanan çelişkinin kalkması için öncülük etmiş ve parlementoda sağlanan çoğunlukla Recep Tayyip Erdoğan’ın seçilmesine engel anayasa değişikliği yapılmış, yasaklar kaldırılarak seçilmesine ve parlementoda partisinin Genel Başkanı olarak görev yapmasına olanak sağlanmıştır. Baykal’ın bu davranışı gerek o dönem gerekse sonrasında çok tartışıldı. Hatta bugünlerde dahi Tayyip karşıtlığı depreştikçe hala kızgınlıklarını sürdürenler var. Peki yanlış mıydı? Bireysel görüşüm; yapılan doğruydu. Yapılanın ülkemizin demokratik geleneklerine, demokratik olgunluğa bir katkı olarak bakıyorum.
Böylesi ya da benzer bir duruma, onbeş yıllık AKP iktidarında hiç rastlamadım. İşin enteresanı zaten okuduğum, etkilendiğim, toplumsal mücadeleler tarihini değerlendirdiğimde, “din motifi” üzerinden siyaset yapan yapılardan bunu zaten beklemiyorum.
Neden? Çünkü din sömürüsüyle siyaset yapan odaklar, toplumsal zorluklarla karşılaşınca inkarcılık ve yalan yöntemlere başvurmaktan hiçbir sakınca görmezler. Asıl amaçlarını gizlemek için yaptıklarına “takiyye” diyorlar. Bence en güzel tanımı da “Allahla aldatmak” yani olduklarından farklı görünmeyi hep tercih etmişlerdir..
İktidarda oldukları Onbeş yıla baktığımızda meydana gelen tüm olumsuzluklardan hep başkalarını sorumlu tutmuşlardır. Sahip oldukları bilgi deneyim kısaca liyakata bağlı yönetim becerileri gelişmediğinden, toplumda demokratik bir hoş görü ortamı yaratmaları mümkün olmamıştır.
İşin enterasanı her yenilgi/yanılgı/tükeniş sonrasını hep bir siyasi zafer olarak sunmaktadırlar. Bu nasıl bir pişkinliktir anlamak mümkün değil. Toplumun birikimli, deneyimli kadroları bu çapsızlığı gördükçe giderek siyasi arenadan uzaklaşmışlardır. Bu durum aynı şekilde demokratik toplumun vazgeçilmez unsurlarından olan tüm siyasi partilerin kadrolarına da göreceli olarak yansımıştır.
Kendilerini şişirerek, dünyadaki tarihsel gelişmelerden bihaber, edindikleri siyasi birikim ve kültürlerini etraflarına bakıp değerlendirmeden, ülkenin yüzyıllık tarihsel gelişimini küçümseyen, algılayamayan, küresel güçlerin pohlamasıyla kendilerini rahatlıkla 500 yil öncesinin Osmanlı İmparatorluğu'nun yerine geçebileceklerine inanan gerçeklerden uzak bir heveslere sahiptirler. Uluslararası statüde Türkiye toprağı sayılan Süleyman Şah Türbesi'ni koruyamamış sınıra yakın bir bölgeye taşımayı dahi bir zafer olarak sunabilmişlerdir. Komşumuz Suriye’de, küresel güçlerin kayığına binerek, “Ortadoğuda öncü rol oynuyoruz” hayalcılığıla, yarattıkları istikrarsızlığın sonucu, Suriyedeki bölünmenin Türkiye’ye de sirayet edeceğini dört yil sonra fark edebildiler. Altı ayda Beşar Esat’ı yıkıp Emevi Camii'nde namaz kılacaklarını hayal ederken, o ara Türkiye’nin bölüneceğine fark edip, engel olacağız, “Kürt Koridoru”na izin vermiyeceğiz diye altı aydır fiili bir savaşın içindeyiz. Yapılanın bir yanlış olduğunu bir türlü kabullenmeyip Suriye Hükümetiyle anlaşıp en az kayipla durumu telafi etmek yerine hala yiğitlenip çoşkularını sürdürebilmektedirler. Suriye’de Rus uçağını düşürdüklerinde talimatı kimin verdiği konusunda birbirleriyle yarıştılar. Sekiz ay sonra Rusya’dan özür dileyip, uçak FETO’cuların talimatıyla düşürüldü diyebildiler. Ülke yönetiminin siyasi sorumluları kimlerdi akla dahi gelmedi? Fakat siyasi iktidar için bu da bir zaferdi.
PKK ile barış süreçlerinden çözüm süreçlerinden geçerek Şivan Perwer’in türküleriyle göbek attıklarını unutup, Güneydoğu’nun bir savaş alanı durumuna hazırlayan PKK’ye göz yumulmasının talimatını verdikleri gazete arşivlerinde. Arkasından iki ay içinde bölgede yaşanan çatışmalar sonucu üçyüzbin insan evlerinden barklarından olmuş. Halkın barındığı evler yakılmış yıkılmış, yine bir zafer edasıyla toplumun karşısına çıkabilmişlerdir.
İktidara geldiklerinden beri başta CHP ve Türkiye’deki demokratik güçleri darbecilikle suçlayıp kumpas davalarıyla subayları tasfiye edip, CİA bağlantılı cemaatçıları ordunun üst kademelerine terfi olanağı sağlayıp, darbeye maruz kalmaları nasıl anlaşılır. Darbeyle mücadele ediyorum diyerek bine yakın general ve subayı yıllarca hapiste tutup, darbeye maruz kalırsanız buna darbecilikle mücadele mi denir, siyasi acizlik mi? Suçladığınız cemaate Cumhurbaşkanlığı makamındaki bir kişi “benim siyasi hayatımı elli ile çarpın, muhterem hocanın yaptıklarının yanında hiç bir şeydir” denerek methiyeler yakılıyor, ancak, bugün bu cemaatle yapılan mücadele yine bir zafer edasıyla topluma sunuluyor.
ABD tarafından görevlendirildiğini beyan ederek, “Büyük Ortadoğu Projesi Eşbaşkanlığı”, “siyasi ömrünün elli katından daha hayırlı iş yaptığını beyan ettiğin cemaatle” Türkiye’nin en ciddi sorunu olan PKK ile mücadele yerine yapılan resmi görüşmeler, toplumun hafızasında iken; hala Başbakan sıfatına sahip biri, önceki pozisyonlarını unutup, şu referandum sürecinde HAYIR oyu kullanacakları eski müttefiklerinizin dostu ya da yandaşıymış gibi sunmak nasıl bir siyasi değer yargısı.
Ülke yönetiminde sorumluluk almış birleri, geçmişlerinden pişmanlık duyabilirler, ama rakipleri onların müttefikiymiş gibi sunmaları ahlaki olabilir mi? Ayrıca her pişmanlığı ve yanlışı başarıymış gibi sunmanın adı ne? Bence bu bir tükeniş!