DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, Meclis Komisyonu’nda yaptığı konuşmada, Devlet Bahçeli’nin komisyonun çözümün asıl muhatabı Abdullah Öcalan ile bir an önce görüşme çağrısını “tarihi bir sorumluluk alma cesareti” olarak değerlendirdi. Bakırhan, Bahçeli’nin süreci erteleyen tutumlara karşı yaptığı çıkışı ise son derece isabetli bulduğunu ifade etti.
Orta Doğu’da çok önemli gelişmeler olduğunu ve bölgenin tarihi ve hayati günlerden geçtiğini belirten Bakırhan; "Türkiye kendi barışını, barış sürecini konuşurken Suriye’de yeni bir devletin inşası konusunda tartışmalar yürütülüyor. Irak’ta bir seçim yapıldı, hep beraber izledik. İran’da da jeopolitik gerilimler devam ediyor; ayrıca İran’da hak ve özgürlükler arayan kesimler de mücadelelerine devam ediyor" dedi.
Bakırhan sözlerini şöyle sürdürdü:
Şara'nın ABD ziyareti
Bu haftanın, önceki haftanın en önemli gelişmelerinden birisi Suriye Geçici Hükümet Başkanı Ahmet el-Şara’nın ABD ziyaretiydi. O ziyaret sonrasında Sezar yaptırımlarının kaldırılması gündeme geldi. Çok ilginç bir şey oldu: Daha düne kadar Suriye rejimi karşısında mücadele eden, hakkını hukukunu arayanlar da Sezar yaptırımlarının kaldırılmasının ardından memnuniyetlerini dile getirdiler. Bu aslında çok önemlidir. Mevcut yönetimin, başta Kürtler olmak üzere, bu yaptırımların kaldırılması konusundaki Suriye halklarının ve inançlarının ortaya koymuş olduğu bu tabloyu doğru ve iyi okuması gerekiyor. Bu aynı zamanda Suriye için bir fırsat penceresi de aralıyor. Ama kritik bir soru var: Suriye yönetimi bu fırsatı kimin için kullanacak? Nasıl kullanacak? Yine tek bir grup için mi kullanacak, yoksa tüm Suriye halkları ve inançları için mi kullanacak? Bu sorunun cevabını biz net bir şekilde veriyoruz: Bu süreç kapsayıcı olmalı. Bu süreç; Kürtleri, Dürzileri, Alevileri, Arapları, Türkmenleri, Çerkezleri, Süryanileri kapsayan, onların haklarını garanti altına alan bir süreç olmalı diyoruz. Biliyoruz, Suriye'nin barışçıl ve demokratik geleceğinin önünde daha çok uzun bir yol var. Çünkü yıkılmış, viran olmuş bir ülkeden bahsediyoruz. Bu zor ve meşakkatli yolda barışçı istikrarı, demokratik değerleri ilmek ilmek örmek önemlidir. Hem oradaki yönetimin hem de diğer yönetim dışı güçlerin de aslında ortak bir sorunudur.
Tabii Türkiye’ye burada çok önemli bir rol düşüyor. Türkiye bu süreçte yapıcı bir rol oynayabilir. Bunun farkındayız. Suriyelilerin kardeşliğini ayrım yapmadan destekleyebilir. Demokratik dönüşüm konusunda Suriye’ye yardımcı olabilir, destekleyici bir rol üstlenebilir. Biz Türkiye’nin Suriye’deki rolünü önemsiyoruz ve doğru bir şekilde kullanılması gerektiğini bir kez daha grup toplantımızda dile getirmek istiyoruz. Suriye’de yeni bir yaşam ancak oradaki bütün halkların ve inançların eşit yurttaş olduğu demokratik bir Suriye Cumhuriyeti’nden geçmektedir.
Yine Orta Doğu'nun son günlerdeki önemli gelişmelerinden birisi Irak seçimleriydi. Seçimlerin tüm Irak halklarına istikrar ve refah getirmesini diliyorum. Seçim sonuçlarına bakıldığında yapısal krizleri çözecek bir değişim olmadığını hep beraber gördük. Her blok, başta oradaki Kürtler olmak üzere, kendi güçlerini pekiştirdikleri bir tablo ortaya çıkardı. Orta Doğu'nun savaş ve kriz ikliminde Irak'ın kaderi sadece kimin hükümet kuracağıyla ilgili değil; Irak’ta yaşayan halkların su, iş, adalet, özgürlük taleplerinin gerçekten karşılanıp karşılanmayacağıyla ilgilidir. Bu çerçevede Irak'ta en kısa sürede bir hükümetin kurulmasını, şeffaf, adil, demokratik bir yönetimle Irak halklarının beklentilerinin karşılanmasını temenni ediyoruz.
İBB iddianamesine tepki
Peki Türkiye’de ne oluyor? Biraz bunun üzerinde de duracağım. Türkiye'nin hem doğusunda hem batısında yara aynı yerden sızlıyor. Zaman ilerliyor, yıllar geçiyor ama adalet bir türlü gelmiyor. Dosya numaraları değişiyor, hâkimler değişiyor ama yöntem aynı yöntem. Bildiğimiz yöntem. Gerçeği değil; yargı daha çok iktidarın ihtiyaçlarını esas alan bir yaklaşımla ilerliyor. Deliller bulunmadan suçlar icat ediliyor. Önce tutuklanıyor, sonra suç icat ediliyor. Zorla kurulan senaryolarla yıllarca insanların hayatlarına el konuluyor.
İşte Kobani kumpas davası, Gezi kumpas davasında olduğu gibi alt mahkeme en üst mahkemeyi tanımıyor, kararını uygulamıyor. Yasayı, hukuku yok sayıyor. Bu ve buna benzer daha nice akıl almaz olay ve olguları hep birlikte yaşıyor ve şahitlik ediyoruz. Memleket böyle değişmez, memleket böyle değişmiyor. Memlekete yazık ediliyor bu biçimde. Türkiye’de hukukun posası çıkartıldıkça kimse kendini güvende hissetmiyor. Muhtemelen burada oturan bütün arkadaşlarımız da aynı şeyi hissediyor. Çünkü siyasi davalar sadece insanları değil, bir ülkenin adalet duygusunu da aynı zamanda hapsediyor, tutsak ediyor.
Bakın, Türkiye yine siyasi saiklerle yazılmış bir iddianame ve davayla karşı karşıya. Son günlerde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkında hazırlanan üç bin dokuz yüz sayfalık ithamlarla dolu bir iddianame çıktı. Biz de arkadaşlarımızla beraber inceledik. İddianame değil, adeta bir labirent. Bir nedensellik arıyorsunuz, nedensellik yok. İçine girdikçe kayboluyorsunuz. İddianame bir kapıya, bir doğruya çıkmıyor. Ne kadar okursan oku, “tamam mesele buymuş” diyemiyorsun. Çünkü iddianame parçalı, maskeli, kaygan ve sürekli yüzeyde kalan bir yorumlama çabası içeriyor.
Neymiş, en önemli isnat edilen suçlardan bir ikisini sayacağım: “CHP’de güçlenmek istediler” diyor. Bir siyasetçinin kendi partisi içinde güçlenmek istemesinin nesi suç? Biz de onu yapıyoruz. İnşallah hakkımızda dava açmazlar. Yine durmuyor, “Partisinin cumhurbaşkanı adayı olmak istedi” diyor. Bundan doğal ne olabilir? Partisinin cumhurbaşkanı adayı olmak istemiş, bunun nesi suç? Böyle bir iddianame ile karşı karşıyayız. Bu yetmiyor, bir de bu iddianameye dayanarak kapatma davasına da gönderme yapıyor. Biz bu kapatma davalarını, bu yargı darbelerini yıllarca yaşadık. Birçok partimiz de kapatıldı. Emin olun, bu bahsedilen kapatmaların ve benzer iddianamelerin bu ülkeye hiçbir yararı yok ve olmayacak. Bunun en iyi kanıtı bu salon, bizler ve Türkiye’nin üçüncü zemini olan DEM Parti’dir.
AİHM ve AYM kararları bir an önce uygulanmalı
Bununla bitmiyor. AİHM karar vermiş, AYM karar vermiş; bunlar uygulanmayarak bu hukuksuzluk giderek büyütülüyor. AİHM üç defa Figen Yüksekdağ, Selahattin Demirtaş ve Kobani Kumpas davasında yargılanan arkadaşlarımızın cezaevinde kalmaması gerektiği yönünde karar vermiş. AİHM kime diyor onu da bilmiyorum. Niye biz burada defalarca dile getiriyoruz da yargı bunu üstüne almıyor anlamakta güçlük çekiyorum. AYM’nin kararlarını zaten hiçe sayıyorlar. Dolayısıyla AİHM ve AYM kararları da bir an önce uygulanmalı.
"Jantı benzediği için 3 defa müebbet hapis cezası aldı"
Size bir örnek vereceğim, çok ilginçtir. Belki Türkiye kamuoyunun gündemine bunun gibi örnekler çok gelmiştir ama bu ilk defa gelecek. Van’da Öner ailesi var. Onların bir üyesi olan Nevzat Öner isimli bir vatandaş var. Normal bir vatandaş. Aracının jantı başka bir aracın jantına benzediği için… Yani birisi ifade vermiş, “Bu olayı yapan arabanın jantı şöyleydi” demiş. Onlar da bütün Van’ı taramışlar; önlerine gelen, o janta benzeyen, benziyor mu benzemiyor mu onu da bilmiyoruz, jantı tarif edilen arabanın jantına benzediği için Nevzat Öner’e üç defa ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilmiş.
Bunun dışında cezaevi gözlem kurulları var. Öyle garip kararlar veriyorlar ki aslında milletin aklıyla fikriyle alay ediyorlar; ama kendilerinin alay konusu olduklarının farkında değiller. Çünkü o cezaevi duvarlarının dışına çıkıp toplum ne düşünüyor, onun farkında değiller. Ne diyorlar? “Çok kitap okudun, cezanı tamamladın ama seni bırakmıyorum.” Cezaevinde insan ne yapar bilmiyorum. İnşallah bir gün o kararları verenler de girer de başka bir şey icat ederler, oradakiler de kitap yerine onların icat ettiği o buluşlarla ilgilenirler. “Fazla su kullanmış.” Ne güzel temizlik yapıyor! Herkes sizin gibi kirli değil, ne yapalım? Bundan dolayı infazı yakıyorlar. Emin olun bu çok trajikomik. Bir tane arkadaşa şunu soruyorlar: “Eşini mi seviyorsun, örgütünü mü?” Şimdi ne desin? “Eşimi seviyorum.” dese oradaki siyasiler “Nasıl örgütü sevmezsin?” diyecek. “Örgütümü seviyorum.” dese eşiyle arası bozulacak. “İkisini de seviyorum.” dese zaten orada kaldı artık, çıkma şansı yok. İnanmıyorsunuz bunlara değil mi? Emin olun arkadaşlar, daha absürt şeyler var. İçinden birkaç tane seçtim. En son Selçuk Mızraklı örneği çok ilginçtir. Selçuk Mızraklı’yı tanımayan yok. Bir: Kendi meslek örgütünün üyesidir, o da resmi ve yasal bir kurumdur. Türk Tabipleri Birliği; doktor arkadaşlar bilir. Bir de bizim partimizin üyesidir. “Örgütünden ayrılmamış.” diyorlar. Ya Türkiye’nin üçüncü büyük partisinin üyesidir, niye ayrılsın ki? Ve bu sebeplerle Selçuk Mızraklı Başkan hâlâ içeride tutsak ediliyor. Bu akıl kumpasçı akıldır. Bu kumpasçı aklı asla kabul etmeyeceğiz. Demokratik siyasetin rehin alınması ve parti kapatma iması, halk iradesine bir yargı darbesidir. Asla kabul etmiyoruz, etmeyeceğiz. Arkadaşlarımızı özgürleştirinceye kadar da bu trajikomik, absürt davaları bu kürsülerde dile getirmeye devam edeceğiz. Değerli arkadaşlar, demokrasi yalnızca sandığa gitmek değildir; önemli olan sandıktan çıkan sonuca saygı göstermektir. Unutmayalım: Hukuk, siyasetin gölgesinde kaldığında devlet ve toplum arasındaki güvenin köprüleri yıkılır, barışın zemini oyulur. Bu sebeple Türkiye’de siyaseti iddianame esaretinden kurtarmanın zamanı geldi de geçiyor.
"Siyasetçiler adliye koridorlarından kurtarılmalı"
Siyasetin itibarını sağlamanın ilk yolu, siyasetçileri adliye koridorlarından kurtarmaktır. DEM Parti olarak altını bir kez daha çiziyoruz—defalarca çizdik. Bu sefer grubumuz da bayağı kalabalık; sanırım herhalde alkış seslerinizden dolayı duyarlar. Biz demokrasiyle barışı birbirine alternatif değil, birbirinin nefesi sayıyoruz. İkisini ayıran, birini diğerine feda eden her yaklaşımı reddediyoruz. Her ikisini de varlık sebebimiz kabul ediyoruz ve etmeye devam edeceğiz. DEM Parti olarak biz, yargının siyaseti zincire vurmadığı; yerel yönetimlerin yetki ve kaynaklarıyla güçlendiği; sandıktan çıkan halk iradesine amasız, fakatsız saygı duyulan demokratik bir Türkiye için mücadelemizi kararlılıkla sürdüreceğimizi belirtiyoruz. Değerli arkadaşlar, Türkiye’de her bir hane yalnızca demokrasi, hukuk, adalet sorunu yaşamıyor; en az bunlar kadar önemli olan bir geçim sorunu var. Emekli kurumlarımız da burada; onları da selamlıyorum bu arada. Neden geçim derdi yaşıyoruz? Sorunun cevabı için çok uzağa gitmeye gerek yok. Cevabı tam da bu Meclis çatısı altında aramak gerekiyor. Çünkü şu anda Mecliste 2026 bütçesi görüşülüyor. Bu bütçeye bir bakalım, cevabı hep beraber bulalım. Geçim derdi çekmemizin sebebi aslında bu bütçededir.
2026 bütçesinde faize 2 trilyon 742 milyar lira, savunmaya 2 trilyon 155 milyar lira—yani faiz, savunmadan daha öne geliyor—vergi harcamalarına ise 3 trilyon 597 milyar lira ayrılmıştır. Bütçe gelirlerinin yarısı tam da bu üç kalemdeki çevrelere gidiyor. Bir azınlığa gidiyor. Kaynakları lobilere ve yandaşlara ayıran iktidar, milyonlarca insanı açlığa ve yoksulluğa terk ediyor. Türkiye’de yardıma muhtaç durumda neredeyse 20 milyon yurttaş var. Yine bütçe görüşmeleri devam ederken diyoruz ki: Faiz lobilerine faiz ödemiyoruz diyelim. Hayır, buyursunlar; biz diyoruz ki faize gidecek kaynağın yarısını 20 milyon yurttaşımızın sorunlarını çözmek için kullanalım, diğer yarısını da her yıl düzenli olarak ekstradan emeklilere 71 bin 500 lira kaynak olarak aktaralım. Emekli örgütleri burada, kadın örgütleri burada; gençlik örgütleri, üniversite öğrencileri aramızda. Emekliler derin bir yoksullukla mücadele ediyor, hayatta kalmaya çalışıyorlar. Tabii yaşadıklarımız bir hayatsa… Neden yükü yine emekli çekiyor? Çünkü kaynaklar yanlış yere kullanılıyor. İktidarın bütçe tercihleri yanlış. İktidarın tercihleri arasında emekliler yok, öğrenciler yok, kadınlar yok. Bizim pusulamız emeklilerin iyi bir yaşam sürmesi, öğrencilerin rahatça okulunu okuması, kadınların emeklerinin karşılığını almasıdır.
Peki iktidarın pusulası nedir? Rant, faiz ve israf. Bir de “Emekli Yılı” ilan ediyorlar. O yılda emeklilerimiz ne kazandı, kendileri daha iyi bilir. Yetmiyor; “Ekonomi uçuyor.” diyorlar ama bir türlü emekçi uçmuyor. O zaman hodri meydan: Buyurun! Yüreğiniz varsa faiz lobilerine rest çekin, emeklilerin, gençlerin, öğrencilerin, kadınların yüzünü beraber güldürelim. Peki faiz lobilerine rest çekecek bir iktidar var mı? Buna gerçekten inanıyor muyuz? Yok. Kaynak var bütçede. Bütçe görüşmelerinde biz bir önerge verdik; emekli arkadaşlarımız da duysun: Gelin, en düşük emekli maaşını yoksulluk sınırının yarısı olan 46 bin lira yapalım; yılda iki defa da enflasyon oranına göre artırılsın. Biliyorum, bu da çok yetersiz ama partimiz şimdilik bütçeyi de gözeterek 46 bin lira ve yılda iki defa enflasyon oranına göre iyileştirilmesini öneriyor. Londra’daki tefecilere çalışıyorlar. Dördüncü Levent’teki plazaları, İstanbul’da olanlar bilir. Oradaki tüccarları önemsiyorlar. Ama emekliler, esnaf, okula giden öğrenci, sanayide çalışan insanlar asla önemsenmiyor. Bunu 2026 bütçe tartışmalarında bir kez daha görüyoruz. İşte yapılması gereken şey çok net: Bütçedeki tercihleri değiştirmek. Dördüncü Levent’tekiler zaten yeterince zengin; biraz daha kazanamayabilirler. Biraz daha silah almayabiliriz. Zaten çözüm, barış süreci tartışılıyor; buraya gidecek paraları emeklilere, emekçilere harcayalım. Bütçenin tercihlerini buna göre ayarlayalım. Yurttaşların insan onuruna yaraşır bir yaşama sahip olmaları için “Ekmek ve barış için bütçe” diyoruz. Ekmek ve Barış için Bütçe kampanyası başlattık. Şimdi arkadaşlarımız Türkiye’nin dört bir yanında “Ekmek ve barış için bütçe!” diye haykırıyorlar, yürüyorlar. Tamamını özetleyerek şöyle söyleyeyim: DEM Parti olarak diyoruz ki; ülkenin kaynaklarını sermayeye, silahlara ve faiz lobilerine değil, halkın sofrasına aktaralım. Değerli arkadaşlar; 1 Ekim 2024 tarihinden beri yıllardır özlemini kurduğumuz barışa doğru yol almaya çalışıyoruz. Geçtiğimiz hafta Eş Genel Başkanımız Sayın Tülay Hatimoğulları bu kürsüden barışı neden savunmak gerektiğini ve barışı büyütmenin yollarını başlıklarıyla anlattı. Bu hafta da ben barışın toplumsallaşması, büyümesi ve derinleşmesi için atılması gereken adımları sizlerle paylaşacağım. Birincisi: Geçiş dönemi yasası çıkarılmalı ve demokratik entegrasyon sağlanmalıdır. Her kalıcı barış hukuk zemininde kurulmuştur. Bizde de öyle olmalı.
"Süreç gei dönemi yasasıyla güvence altına alınmalı"
Hukuku olmayan barış olur mu? Dünyada yok. Silahların sustu ama hukukun konuşmadığı yerde belirsizlikler büyür. Güvensizlik yayılır, siyaset küçülür, umut erozyona uğrar. Bundan ötürü sürecin geçiş dönemi yasasıyla güvence altına alınması gerekir. Demokratik entegrasyon yasaları bu ülkenin tüm renklerine, tüm seslerine, tüm inançlarına yer açar. Çünkü bu bir toplumsal kucaklaşma iradesidir. İşte bu kucaklaşmayla barış için çok önemli bir aşamayı tamamlamış olacağız. Bu yasaları geciktirmeden çıkaralım, hukukun taşlarıyla Türkiye barışını inşa edelim diyoruz.
İkincisi, kayımların tamamen kaldırılması ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesidir. Sandığa saygıyla demokrasi büyür. Son dönemlerde, önceleri de var ama, sandığa saygının olmadığını hep beraber gördük. Halk oyunu kullanır. Belediye başkanını seçer ama bir sabah uyanır; seçilmiş gitmiş ya da tutuklanmış, yerine bir atanmış gelmiş. Seçilmiş irade gasp edildiğinde toplumsal barış darbelenir. Kayım uygulaması kaldırıldığında ise halk kendi iradesine sahip çıkar ve toplumsal barış umudu büyür. Kayımlar gitmeli, belediye başkanları görevlerine dönmeli. Kayım yasası acilen kaldırılmalıdır. Türkiye demokrasisinin kayım yasasının kaldırılmasından daha fazlasına ihtiyacı olduğunu da biliyoruz. Yerellik demokrasiyi üretir, merkezyetçilikse otoriterizmi üretir. Yerel yönetimleri güçlendirilmiş bir Türkiye, barışçı, demokratik ve müreffeh bir ülke haline gelir. Bu sebeple yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, anti demokratik rejimin panzehiridir. Demokrasinin de sigortasıdır.
Üçüncüsü, idari gözlem kurulu kapatılması ve hasta tutukluların salıverilmesidir. Bugün Türkiye'de cezaevlerinde, idare gözlem kurulu adı altında tutuklulara zulüm yapan bir şey icat etmişler. Bu mekanizma hukukun üstüne kurulmuş bir gölge iktidar gibi adeta davranıyor. Cezası bitmiş bir insan, iyi hal değerlendirmesi bahanesiyle belirsiz bir esaret sürecine mahkûm ediliyor. Yasa yok. Ölçüsü yok, öngörülebilirlik hiç yok. Bakın, bugün burada Hasan İnci arkadaşımız var. Otuz bir yılı aşkın cezaevinde kaldı. Son üç yılda beraber Bolu'da aynı yerde kaldık. Kendisine geçmiş olsun, aramıza hoş geldiniz diyorum. Şimdi Hasan arkadaş cezasını bitirdi. İki yıla yakın idari gözlem kurulu… Çok kitap okudun, izledin, dinledin, halay çektin, şarkı söyledin, baş eğmedin, boyun eğmedin; iki yılda keyfi olarak ben seni bırakmıyorum diyor. İdari gözlem kurulu derhal kapatılmalı. İnfaz yakmaları derhal durdurulmalıdır. Şu anda bu durumda olan on binlerce arkadaş içeridedir. Antidemokratik yargı ceza vermiş. Ona rağmen cezasını çekmiş. Ama orada 5-6 kişilik oluşturulan kurullar var. Onun keyfine, hoşuna gitmediği için, sorduğu sorulara istediği yanıtı almadığı için binlerce arkadaşımız şu anda cezaevindedir. Yüzlerce hasta tutuklu var. Can çekişiyorlar, tedavi olamıyorlar. Yakınları her gün ölüm korkusuyla yaşıyor ama bırakılmıyorlar. Hasta tutukluların da bir an önce serbest bırakılması gerekmektedir.
Dördüncüsü, barış akademisyenlerinin ve hukuksuzca ihraç edilen KHK'lıların iadesidir. 2016'da bu suça ortak olmayacağız diyen akademisyenler, bugün konuştuğumuzda aslında barışı savundular. Bu diyaloğu, müzakere sürecini savundular. Masa kurulsun dediler. Barış dediler, masa kurulsun dediler diye üniversitelerinden atıldılar. Hayatları karartıldı. Meslekleri ellerinden alındı. Bazıları hukuk mücadelesi verirken yaşamını yitirdi. Hatta intihar edenler oldu. Barış çağrısı yapmak suç değildir. Aksine, asıl suç barışa karşı çıkmaktır. Asıl suç, barış diyenleri yargılamaktır. Barış akademisyenleri derhal görevlerine iade edilmelidir. Bunun için yasaya gerek yok. Sadece İdari Yargı'nın vermiş olduğu kararları uygulamak yeterlidir. Bunun için yasaya gerek yok, Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanması yeterlidir. Bu arada, 9-10 yıldır direnen, barış diyen, hatta hâlâ onurluca barışı savunan Barış Akademisyenlerine de grup toplantımızdan selam, sevgi ve saygılarımızı gönderiyoruz. Yine on binlerce KHK mağduru, bu yapıyla, şu yapıyla iltisaklı denilerek hukuksuz bir şekilde işlerinden alındılar. Bu toplu haksızlığa artık son verilmelidir. KHK mağdurları da derhal işlerine iade edilmelidir.
Beşincisi, adalet reformudur. Muhtemelen her birimizin kendi hanemizde, evimizde, akrabalarımızda yaşadığı bir mesele. TCK, CMK, infaz kanunu değişmeli. Terörle mücadele kanunu komple ortadan kaldırılmalıdır. Düşünce suç olmamalı. Basın özgür olmalı. İfade özgürlüğü güvence altına alınmalıdır. Ya insanlar düşüncelerini ifade etmekten korkuyorlar. Bu bir iktidarın ayıbıdır. Adalet seçici olamaz. Adalet zengin, fakir, güçlü, güçsüz, iktidar, muhalefet ayrımı yapmamalıdır. Bu soruları da kendisine sordurtmamalıdır. Cezada adalet, infazda eşitlik sağlanmalıdır. Toplum vicdanını yaralayan ve yüz kızartıcı suçlar dışında cezaevleri boşaltılmalıdır. Yargı reformu yapılmalı, bu ülkede herkes için adalet tesis edilmelidir diyoruz.
"Bahçeli'nin çağrısı son derece isabetli"
Bugün Meclis Komisyonu önemli bir toplantı gerçekleştirecek. Meclis Komisyonu barışın gereklerinin tümünü tabii ki yapamaz; görev alanları belli. Ama barışa giden yolu adaletle, hukukla, demokrasiyle döşeyebilir. Her bir komisyon üyesinin bir çözüm aklına, bir çözüm vicdanına sahip olduğuna inanıyorum. Elbette ki önemli işler yapılırken kimi ithamlar, eleştiriler olabilir. Ama 100 yıllık tarihi bir meseleyi çözdüğümüz için kimi eleştirileri de bence kaldırmalıyız, katlanmalıyız. Barış sağlandığında 86 milyon insan yıllarca bizlere dua edecekler. Komisyon artık uzatmadan bir an önce İmralı’ya gitme konusunda cesurca bir karar almalıdır. Geçiş yasası netleştirilmeli, özgürlük yasaları tarif edilmeli, ihtisas komisyonları harekete geçirilmelidir. Bu komisyonun bunu başaracağına inanıyorum. Çünkü komisyon tarihin doğru yerinde duruyor. İnanıyoruz ki her bir komisyon üyesi yarın milyonların duasını alacağı bilinciyle hareket edecektir. Bu tarihsel sorumluluk komisyonun omuzlarındadır ve biliyoruz ki bu sorumluluğu bu komisyon layıkıyla taşıyacaktır.
Yine bugün bizden önce burada Sayın Devlet Bahçeli’nin yaptığı grup konuşmasını dinledik. Çok önemli şeyler söyledi. Bir iki şey de oraya söyleyip bitireceğim. Sayın Bahçeli’nin biraz önce bu salonda, komisyonun bir an önce çözümün asıl muhatabı Sayın Öcalan’la görüşmesine dair ifade ettikleri son derece önemli ve takdire şayandır. “Komisyon gitmiyorsa ben giderim” demesi, tarihi bir sorumluluk alma cesaretini göstermektir.
Biz her zaman diyaloğun, yüz yüze görüşmenin ve sorunların masada konuşulmasının yanında olduk, bunu savunduk. Sayın Bahçeli’nin “3 maymunu oynamaktan vazgeçelim” çağrısı son derece isabetlidir. Sayın Bahçeli’nin süreci zamana yayan ve erteleyen tutumlara karşı, süreci korumak ve enfekte olmasını engellemek için yaptığı bu çıkışın gereği bir an önce yapılmalıdır.
Meclis Komisyonunun artık bir gün bile kaybetmeden kararını alarak İmralı’ya gitmesi gerekmektedir. İmralı’ya gitmeyi bir siyasi uyuşmazlık odağı hâline getirmemek, tabuya çevirmemek doğru bir tutum olacaktır. Yüzyıllık bir meselenin tanımı ve çözümü konusunda biraz ciddi olmak gerekiyor. Herkes bilsin ki kararsız olanların ve ayak direyenlerin kaybedeceği, kararlı olanların kazanacağı bir sonu hep birlikte göreceğiz.
Biz DEM Parti olarak başından beri söylüyoruz: Bu sorun çözülmeli ve barış inşa edilmelidir. Değerli arkadaşlar, biz DEM Parti olarak savaşın değil barışın; kayyumların değil halk iradesinin; yoksulluğun değil adil bölüşümün Türkiye’si için mücadele ediyoruz ve etmeye devam edeceğiz. Barışı da, bütçeyi de, demokrasiyi de birbiriyle bağlantılı olarak görüyoruz. Halklarımızın iradesiyle, kadınların ve gençlerin cesaretiyle, emekçilerin ve emeklilerin alın teriyle inşallah bu dönemi büyüterek zafere ulaştıracağız.
Yorumlar
Kalan Karakter: