Nasıl ODTÜ’lü oldum -2 (Şantiyedeki hazırlık günlerim)
Yayınlanma :
13.08.2012 13:37


Güvenpark’ta bir halk otobüsüne binerek ODTÜ’ye doğru yola çıktığımda,
bilet paralarını toplayan genç “ilerleyelim hocam, tamam hocam, teşekkürler
hocam” dedikçe “Vay canına. Galiba, otobüsteki herkes hoca. Hocaların otobüsüne
denk gelmişim” diye düşündüğümü anımsıyorum…
Yurt başvurumu da yaparak, kayıt işlemlerimi tamamladım….
Esas sorun okul açıldıktan sonra başladı. Bazılarının yurt başvurusu
sonuçlanmışken, benim memlekete gönderilen güvenlik soruşturmam bir türlü
gelmiyordu. O an içinizde hemen ‘acaba’lar uçuşmaya başlıyor. “Acaba güvenlik
soruşturmam nasıl gelecek. Yoksa birileri “komünisttir” diyerek taş mı koyacak.
Eğer öyle olursa ne yapacağım, nasıl okula devam edeceğim?”
Allahtan Şaban vardı!
İlk günler, Şaban’ın kaldığı Cebeci’deki yurtta ‘kaçak’ olarak kalmaya
başladım. Yurdu çevreleyen demirler, yurdun arka tarafındaki bir noktada
bükülerek, bir insanın girebileceği kadar boşluk açılmıştı. Tabi o zamanlar 60
kiloydum. O açıklıktan her gece içeriye sızıyordum ve gelmemiş olan herhangi
birinin yatağına yatırıyordu Şaban beni. Bu ne kadar sürdü hatırlayamıyorum,
ancak bir gece geldiğimizde, o demirlerin kapatıldığını ve birkaç kişinin içeri
girerken yakalandığını öğrendik. Dolayısıyla bu umut kapısı artık kapalıydı!
Bu kez bir kimlik vasıtasıyla yasal girişten girme kararı çıktı Şaban
ve arkadaşlarından. Şaban’la arkadaşları ana kapıdan girdiler, sonra Şaban
onlardan birinin kimliğini alarak tekrar dışarı çıktı. Bana verdiği kimliği, geçerken kapıdaki görevliye gösterecek, ama
asla adamın gözüne bakmayacaktım. Plan buydu. Ancak ben o kadar heyecanlanmış
ve adamın gözüne bakmışım ki, adam
“Kimliğinizi görebilir miyim?” diyerek beni durdurdu, kimliği elimden aldı.
Epeyce bir inceledikten sonra geri verdi ve kapıdan girdim!
Yalnız, dünyanın en sakin insanı olarak bildiğim Şaban’ın nasıl
sinirlendiğini hala hatırlıyorum. Kendisi de (maalesef) bu olayı hala anlatır.
Benim o beceriksiz girişimden sonra, bu yöntemin tehlikeli olduğu
sonucuna varıldı ve bir akşam, Tandoğan Meydanı’nda, hemşerilerimin çalıştığı
Savunma Bakanlığı lojmanlarına ait inşaata götürülüp, hemşerilerime teslim
edildim.
İnşaatın müteahhidi de aslında Besniliymiş, ama orada işçi olarak çalışan bizim
çocukların bir iletişimi yoktu doğal olarak patronla.
Sabah erkenden kalkıp okula gidiyor, okuldan sonra Şaban ve
arkadaşları ile Gençlik Parkı’nda buluşuyor, akşama kadar onlarla oyalanıp,
belli bir saatten sonra gizlice şantiyeye sızarak yatıyordum.
Yabancı dili Fransızca olan biriyim, dolaysıyla, İngilizce ’ye
Fransız’ım (espri kötü oldu değil mi? İdare ediverin artık), yani tek kelime
İngilizce bilmiyorum ve hiç ders çalışamıyorum.
24 yaşlarında filan, dünyalar güzeli bir Birgül hocamız var. DTCF’den
yeni mezun olmuş. Öğrencilerine bir harf öğretebilmek için kendini paralıyor.
Ama ben de tık yok. Hatta bazen bana bakarak,
Ertuğrul diye başlayan bir şeyler söylüyor. Arkadaşlarıma “Ne dedi hoca”
diye sorduğumda, “Misafir gibi oturuyorsun dedi” diyorlar. Hazırlık okuyanlar
bilir, orada normal sınıflardaki gibi bir ortam yoktur. Her an karşılıklı
diyaloglar, sorular, cevaplar içerisindesinizdir.
Quizler, mid-termler filan oluyor, millet genellikle 95-100 alırken,
ben 10-15 filan alıyorum. Çünkü zaten ortaokul ve lisede altı yıl İngilizce
okumuş insanlar için, o ilk aylarda görülen İngilizce adeta ortaokul yılları
İngilizcesi gibi…
Yani kısaca, benim durumum içler acısı.
Sık sık okulun yurtlar müdürlüğüne gidip gelerek başvurumun akıbetini
soruyorum. En sonunda ‘dosyamın kaybolduğu’ bilgisi geldi bir şekilde.
Ve aylar sonra yeniden dosya gönderildi.
Şantiyede kalmaya devam ettiğim zamanlarda bir gün kazara patronla
burun buruna geldim. Adam benim işçi olmadığımı hemen anladı. “Burada ne
arıyorsun, kimsin” diye sorunca her şeyi açıkça anlattım ve adam halime çok
üzüldü. Hemen talimat vererek, kendi
odasının bana tahsis edilmesini, bitişiğindeki odanın da yatacak yer olarak
düzenlenmesini, çayımın suyumun eksik edilmemesini vs emretti oradaki şantiye
hizmetlilerine. Derler ya “”’kör kuşun yuvasını allah yapar’ diye. İşte öyle
bir durum…
Tam anlamıyla sürünürken, birden bire Tandoğan’da bir çalışma odam,
bir yatak odası ve banyo, ayrıca çayım-suyum, masamda telefonum bile elimin
altında!
Bazen patron şantiyeye gelir, odasına uğrar, beni ders çalışırken
görür, “Sakın kalkma yerinden ben bir şey alıp çıkacağım” derdi. Kendisi,
alışverişlerini Şanzelize’de filan
yapan, oldukça varlıklı ve daha 40 yaşlarında bir adamdı. Ama üniversite
okumamıştı ve okuyanlara karşı sevgi doluydu anlaşılan…
Her şeyden önce, belli ki, insanlara tepeden bakan görgüsüz
zenginlerden değildi…
Hiç bilmediğim Ankara’ya yavaş yavaş ısınmaya başlamıştım. Ders de
çalışıyordum ama o kadar geri kalmıştım ki derslerde, çok gerilerden takip
edebiliyordum önde gidenleri.
Sonunda tam yılbaşı arifesinde yurt hakkım çıktı ve yılbaşından sonra
yaklaşık beş buçuk yıl kalacağım yurda yerleştim ve esas olarak o zaman ciddi
bir şekilde aşama kaydetmeye başladım. Çünkü etrafımdaki, odamdaki herkes
hazırlık okumuştu ve anlamakta zorlandığım herhangi bir şeyi onlara sorup, çok
anlaşılır yanıtlar alabiliyordum.
ODTÜ Yurtları diğer Kredi Yurtlar Kurumunun yurtları gibi değildir.
Neredeyse yıldızlı otel konforundadır. Bir kere 24 saat sıcak su akar. Her
sabah banyo, odalar vs pırıl pırıl paspas edilir. Odaya özel anons sistemi
vardır. Zaten konumunu ve doğasını söylemeye bile gerek yok. Bence yurtlarda
kalmamış bir insan tam anlamıyla ODTÜ’lü sayılmaz. Çünkü orası ayrı bir
dünyadır.
Hala devam eden ‘her sabah mutlaka banyo yapma’ alışkanlığı bile o
yıllardan kalmadır bende…
O hazırlık döneminde, sınıf arkadaşım olan Tokat’lı Erdinç’le arkadaştık
en çok. (Bir de Giresun Keşap’lı, mimarlık okuyacak olan Tekiner Hamurcu) Aynı
yurtta kalıyorduk. Erdinç son derece zeki bir Anadolu çocuğuydu ve İşletme
okuyacaktı. Ancak diksiyonu biraz Tokat’lı gibiydi. “Luhet me” (look at me)
derdi ve çok gülerdik!
İşte taa o yıllarda, bizim Erdinç’e nur yüzlü ve hafif bıyıklı bir
oğlan musallat oldu. Sık sık sınıfa geliyor, bazen yurda gelip Erdinç’i anons
ettiriyor ‘o evlere’ davet ediyordu. Aylarca sürdü bu durum. En sonunda Erdinç
bu oğlanı resmen kovmak zorunda kaldı.
Düşünüyorum da, eğer sol kültürden gelmeseydik, biraz daha sıkıntılar
yaşasaydık, bir metropolde üniversite okumaya çalışan Anadolu çocukları olarak
ne halt edecektik? Sıkıntılarımı kısaca aktarmaya çalıştım, aklımda kalanların
onda birini belki. Peki, o koşullarda, biri gelip, size kalacak yer, harçlık,
ders çalışma ortamı, yeme–içme teklif etse ne yapardınız?
Atmaya başladığında mangalda kül bırakmayan, yaşamı boyunca kimsenin
bir yaralı parmağına müdahalesi olmamış ‘teorik solcular’ neredeydi gariban
çocuklar bunları yaşarken? Peki ya Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti
Devleti neredeydi?
Evet, gerçekten geriliyorum bunları düşününce. Şimdi herkes kalkmış,
“memleket elden gidiyor” nutukları atıyor. Oysa memleket elden gitmeye
başlayalı yıllar yıllar oldu. Ama küçük burjuvalara ucu yeni yeni dokunmaya
başladığı için rahatsız oldular.
Daha önceki bir yazımda söylemiştim, “Ankara’da kaldığımız o kadar yıl
boyunca, kimsenin evini dahi görmedik” diye… İşte taa o yıllarda, kimsenin
evini-kapısını açmadığı o çocuklar cemaat evlerine sığındı!
Bu gün ‘emniyeti, yargıyı, kurumları ele geçirdiler’ denilen o
sahipsiz-yoksul çocuklar ve belki de yaşadıklarından dolayı bazı kesimlere
karşı nefret dolular…
Zaten son yıllarda solculuk, özellikle İzmir’de makam ve mevki kapmak
için araç haline dönüştü. Makamım varsa CHP iyi parti, yoksa “bunlar solcu
filan değil” diye bir teamül var artık. Yani kaymağını yerken CHP iyi, kaymak
bittiği anda her şey bitiyor…
Hatta işe yaradığını düşündüğün yerde solculuktan söz et, ama işine
gelmeyen yerde “yahu sağ-sol mu kaldı” de. Ne güzel…
Konumuza devam edelim: Bütün çalışmam ve final sınavında sınıfın en
iyi 8. notunu almama rağmen, yıl içi ortalamam düşük olduğu için geçemedim.
Böyle de bir adaletsizlik vardı sistemde.
İzmir’e gelip, neredeyse bütün yaz çalışmaya devam edip, Eylül ayında
açılan yeterlilik, ya da hazırlık atlama sınavında (proficiency exam) geçerek
atılmaktan kurtuldum. Sanıyorum aynı yıl, 800 civarında öğrenci, hazırlıkta
tekrar (repeat) hakkı olmadığı için okuldan atılmıştı. Okulu mahkemeye veren bu
öğrencilerin davası uzunca bir zaman sürmüştü…
ODTÜ’yü çoğu insan, yüksek puan, iyi eğitim vs şeklinde algılıyor
dışarıda. Bunlar elbette var, ancak işin özü, daha doğrusu tamamı bu değil.
‘ODTÜ bir atmosferdir, bir ortamdır, bir büyüdür.’ Ekonomi Üniversitesi büyüklüğündeki
kütüphanesidir örneğin. 45 bin dönüm arazidir, milyonlarca ağaçtır, sınırsız
bir özgürlüktür. Yurttan çıkıp, 2,5
km ötedeki Yalıncak Köyü harabelerine ıssız ormanda
koşmak, orada şırıl şırıl akan pınarlarda yüzünün terini yıkayıp, kana kana su
içip, çınar ağaçları altında dinlenip, ormanın içinde tekrar dönerken,
ağaçların arasından gelen ‘hışırtılardan’ ürpererek daha da hızlı koşmaktır. O
köyün harabelerinden çıkan tarihi eserlerin sergilendiği müzedir bazen…
Bazı arkadaşlar vardı, tüm tercihlerini sadece ODTÜ ile
doldurmuşlardı. Başlangıçta saçma gelen bu yaklaşım, insan ODTÜ’yü tanıdıkça
anlam kazanıyor. Çünkü birçok öğrenci başka bir üniversitede daha gözde bir
bölüm bitirmek yerine, orada sıradan sayılabilecek bir bölümde okumayı tercih
ediyor.
ODTÜ’yü bilmeyene bunu anlatmak zordur.
Zaten öyle bir okul olmasaydı, belki de hazırlığı bitirmek için o
kadar çaba harcamaz, dilediğim herhangi başka bir üniversiteye giderdim…
Son gördüğümde okul çok bakımsızdı örneğin. Akademisyen arkadaşım
bunu, “Okulun bir türlü AKP iktidarına
boyun eğmeyişine ve dolayısıyla, ödeneklerin ve kadroların iktidar tarafından
budanmasına” bağlıyordu…
Üçüncü sınıfta bizim Erdinç’le birlikte ODTÜ Gülmece Topluluğu’nu
kurduk. Topluluğun isminin gülmece olmasının sebebi, 12 Eylül sonrası mizah
sözcüğünden çekiniliyor olmasıydı. Gülmece dendiğinde kimsenin itirazı olmadı.
Erdinç o yıl mezun oldu, daha sonra TCDD ‘de çalışırken Port
Management konusunda master yapmak için Belçika’ya gitti. Orada masterden sonra
doktoraya başladı ve evlendi. Halen IBM’de çalışıyor ve Binfikir adlı Türkçe
bir gazete çıkarıyor. Ayrıca birkaç mizah kitabı ve bir tiyatro oyunu yazdı!
Mimar Tekiner üç yıl önce çalıştığı Rusya’da bir kalp krizi sonucu
vefat etti.
Beni sorarsanız, sormayın daha iyi…
Yorum Yazma Kuralları
Lütfen yorum yaparken veya bir yorumu yanıtlarken aşağıda yer alan yorum yazma kurallarına dikkat ediniz.
Türkiye Cumhuriyeti yasalarına aykırı, suç veya suçluyu övme amaçlı yorumlar yapmayınız.
Küfür, argo, hakaret içerikli, nefret uyandıracak veya nefreti körükleyecek yorumlar yapmayınız.
Irkçı, cinsiyetçi, kişilik haklarını zedeleyen, taciz amaçlı veya saldırgan ifadeler kullanmayınız.
Türkçe imla kurallarına ve noktalama işaretlerine uygun cümleler kurmaya özen gösteriniz.
Yorumunuzu tamamı büyük harflerden oluşacak şekilde yazmayınız.
Gizli veya açık biçimde reklam, tanıtım amaçlı yorumlar yapmayınız.
Kendinizin veya bir başkasının kişisel bilgilerini paylaşmayınız.
Yorumlarınızın hukuki sorumluluğunu üstlendiğinizi, talep edilmesi halinde bilgilerinizin yetkili makamlarla paylaşılacağını unutmayınız.
Yorumlar
Kalan Karakter: