

Ben,
eserlerden daha fazla, eseri yazan ya da yaratan kişinin yaşamını merak
etmişimdir hep. “Onu böyle bir şey yazmaya zorlayan şey nedir” ya da “Ne tür
koşullarda doğan veya yaşamını sürdüren insanlar ne tür eserler üretiyorlar”
merakı çok da saçma bir merak olmasa gerektir…
Belki
de, sırf bu merak bilindiğinden ötürü, Hollywood
sineması sık sık ‘bu filmde izleyeceğiniz olaylar, yaşanmış bir öyküden
alınmıştır’ diye bir klişe kullanır…
Gelelim
konumuza.
Aslında dönüp geriye bakınca, “benim hiç okumamam gerekirmiş” diye
düşünürüm hep.
Neden
mi? Anlatayım…
Anadolu’da
yoksul bir köyde doğmuşsun. Bulunduğun köyde
sadece ilkokul var. Ancak, 60’lı
yılların ortalarında Gaziantep’e taşınmışız. Dolayısıyla abim orada ortaokula
başlamış. Babam her şeyi batırıp tekrar köye dönünce, abim Besni’de okumaya
devam eder, ortaokulu ve liseyi orada bitirir…
İşte belki de, büyüğümüzün
okuyor olması, tatillerde eve geldiğinde gördüğü saygınlık, evde bıraktığı
kitapları daha ilkokuldayken okuma ve dolayısıyla okuma manyağı olma, ben de de
ortaokul ve lise okuma isteğini körükledi belli ki…
Aslında daha gerilere gidecek olursak, babamın da hep okuma isteği, o
köyden kurtulma isteği olmuş içinde.
Bildiğiniz gibi, Köy Enstitüleri’nin olduğu yıllarda, askerliğini çavuş
olarak yapanlar, başvurdukları takdirde, belli bir eğitimden geçirilip, eğitmen
olarak atanırlarmış. Rahmetli babam da, Sarıkamış’da sona eren, İkinci Dünya
Savaşı yıllarına denk gelen askerliğini sınır karakol çavuşu olarak
tamamladıktan sonra Köy Enstitüleri’ne başvurmuş. Ancak abisi, rahmetli babam
tahta valizini kapıp yola düşünce, “Benim tek bir erkek kardeşim var. Babamın
bana emaneti. İzin veremem” diyerek engellemiş!
Rahmetli
babam, bir ömür boyu amcama ‘rahmet’ okumuştu o yüzden!
Gazetedeki
‘Kenan Evren Yargılanırken’ başlıklı köşe
yazımda, Besni’deki ortaokul ve lise yıllarımı kısmen anlatmıştım aslında. O
yüzden, oraları biraz üstünkörü geçmekte yarar var. Tekrarlarla ‘sürekli
okurlarımı’ sıkmak istemem…
Zaten
üzerimde öyle bir tembellik vardı ki, bu
sıcaklarda bir şeyler yazmak gerçekten zor geliyordu. Ancak, Konak Meclisi’nde
birlikte görev yaptığımız Prof. Dr. Adnan Akyarlı “Ne oldu, yazının devamı
gelmedi?” diye sorunca, “mademki koskoca Adnan Hocam okuyor ve devamını da
merakla bekliyor, o halde bir an önce yazmalıyım” düşüncesi oluştu…
Ortaokul
ve lise yıllarımın yazları İzmir’de çalışarak,
kışları ise Besni’de okuyarak geçti. Okulda daha üçüncü sınavlar yapılmadan,
dönem içi ‘iki sınavımın not ortalaması’ beşi (5) geçtiği için, hemen atlar
İzmir’e gelir, Kemeraltı ve civarında, elimde bir şeyler satmaya başlardım. O
nedenle, okul yıllarında neredeyse hiç 19 Mayıs kutlaması görmedim, katılamadım
diyebilirim…
Piriştina’lı
yıllarda, Büyükşehir İmar Komisyonu başkanı olduğum günlerde, çoğu zaman üçüncü
kattaki Encümen Salonu’nda yapardık komisyon toplantılarını. Arkadaşlara derdim
ki “Lise yıllarımda bu bina inşaat halindeydi. İşportacılık yaparken zabıta
kovaladığı zaman bu katlara, belki de bu odaya bile kaçar, saklanırdık”…
Hey
gidi günler…
Aslında daha doğduğumuz günden itibaren çalışmaya başladığımız için,
okulun açılması benim için bir ‘dinlenme’ dönemi olurdu adeta.
Burada
dikkat çekilmesi gereken bir önemli nokta da, ticarete o kadar erken yaşta
başlamış olmama karşın, bırakın ‘düştüğü yerden bir avuç toprakla kalkmayı’ bir
yana, düştüğü yerde cebindeki paraları da kaybedecek kadar anti-ticari bir adam
oldum hep…
“Neden
İzmir?” konusuna da girmek gerekir belki, hazır
yeri gelmişken…
‘Dayıların dayısı’ Müslüm dayı, Narlıdere’de askerlik yapar. Terhis
olduktan sonra memlekete dönmeyerek, Kemeraltı’nda jilet, kemer vs gibi şeyler
satmaya başlar bir köşede ve burada evlenir. Bir gün, ortanca dayım dedemle
tartışınca evden çıkıp, doğruca dayısının yanına gelir. O da bijuteri işine başlar
2. Beyler’in girişinde. Arkasından enişte, eş, dost, akraba, hatta abim ve en
sonunda biz de düşüverdik İzmir sokaklarına. Benim ilk gelişim 1975 yazı idi…
Biz
kazandıklarımızı hep okumak için harcarken, (çok iyi
kazanırdık, üç-dört ayda kazandığımız, iki kişiye bütün yıl yeterdi) onlar
inşaat sektörüne girer. Sonunda neredeyse Balçova’nın büyük bölümünü onlar
yapar, satar. Hatta öz abime ait, birkaç bloktan oluşan ‘Aksoydan Sitesi’
mevcuttur Balçova-Korutürk Mahallesi’nde…
Yani
varlıklı değilim, ama varlıklı bir çevremiz var çok
şükür!
Belki
de, yükseköğrenim görmenin doğru bir şey olup
olmadığını da tartışmanın zamanı gelmiştir…
Örneğin yıllarca
süren emek ve masrafla bir belediyede plancı olup, üç-beş kuruş maaş almak,
ezik birkaç insanın makam tatminine katkı koymak yerine (sistemi kurmamışsanız
elbette) çocuğunuza iyi bir kira geliri olan iki daire bırakmak daha doğru
olmaz mı?
Bir
düşünce sadece… Devam edelim.
12
Eylül Darbesinden sonra gözaltılar ve okulu son
sınıfta bırakıp kaçtıktan sonra, İzmir’de pazarcılık yapmaya başladım. O
yıllarda, Çanakkale’den Bodrum’a kadar tüm sahili ve Ege’yi gezmiştim.
İki konu vardır hayatımın
dönüm noktası olabileceğine inandığım:
Birincisi,
1982 de gittiğim Bodrum’a yerleşseydim acaba hayatım
nasıl olurdu. Çünkü o yıllarda Bodrum toz toprak içinde bir kasabaydı resmen…
İkincisi, 1987 yazında
gittiğim Londra’da kalsaydım acaba hayatım nasıl olurdu!
Konuya
dönelim. Liseyi dahi bitiremediğim için bir lise
diplomam yoktu ve bu çok gücüme gidiyordu aslında. “Bir zabıta dahi olamayacak
olma” duygusu can sıkıcıydı.
Abim
Balçova Lisesi’ne kaydettirmişti son sınıfı bitirmem için, ama tekrar okula
başlama duygusu bana çok uzak ve soğuktu…
Derken
sevgili dostum-arkadaşım Şaban Çağıran ve Sefer Hoca ortaya çıktı. İkisi de akrabamızdı.
Şaban, Gazi Üniversitesi’nde okuyordu, Sefer Hoca ise stajyer Öğretmen olarak
Giresun Lisesi’ne atanmıştı.
Günlerce
süren terapi, “sen zeki çocuksun, yazık, günah.
Bari bir lise diploman olsun” ısrarları sonucu Sefer Hoca ile Giresun yollarına
düşmüştüm…
Yeniden
okula başlayacağım günü hiç unutamıyorum. “Farklı bir bölge, farklı ve benden
üç yaş daha genç çocuklar. Lise son sınıfa kadar birlikte okumuşlar ve ben son
yıl aralarına katılacağım.”
Mideme
kramplar girdiğini bu gün gibi hatırlıyorum!
Oysa
korkmamın aksine, okuldan bir hocanın yeğeni olduğum ve
onunla evde kaldığım için, bütün hocaların bizim eve gidip geldiğini de
düşünecek olursak, çok keyifli bir lise son sınıf hayatım oldu korktuğumun aksine…
Artık nasıl ODTÜ’lü olduğuma gelelim!
Giresun’da
liseye başladığım ilk aydı belki de. Sefer Hoca ile sahilde bir çay bahçesinde
otururken, bir otobüs geldi. Daha sonraları yıllarca bindiğim o tipik ODTÜ
logosu ve renkleri olan otobüslerden biriydi. İçinden inmeye başlayanlar
genellikle saçlı-sakallı, özgür kıyafetleri olan, üniversitelilerin o kendine
özgü ‘kralını tanımayan’ havaları vardı davranışlarında. Oradaki garsona “Kim
bunlar?” diye sorduğumuzda “Ortadoğulu şehir planlamacılarmış. Burayı
planlamaya gelmişler” yanıtını aldık.
“Vay
canına. Böyle bir meslek mi varmış?” diye
düşündüğümü ve bunun çok çekici geldiğini hatırlıyorum!
Aslında üniversite hayali benim için çok uzaktı o anda. Çünkü “bari bir
lise diplomam olsun” diye gitmiştim oraya.
Giresun
Lisesi’ne başladıktan sonra, insanın iyi-kötü bir eğitim gördükten sonra
kazanamayacağı üniversite olmazmış diye düşünmeye başladım. Çünkü biz daha
önceki okulda, ‘hiç matematik, fizik, kimya’ görmemiş, genellikle sağ-sol
olayları içinde boğulup gitmiştik. Üniversite sınavında, Giresun’da gördüğüm
kimya ve biyolojiden bir sürü soru çözmüştüm inanın. Ama eski okulda okuduğum
sol yayınların, Türkçe sorularındaki yardımını elbette inkâr edemem…
Bunları, benim hangi koşullarda ODTÜ’ye gittiğimi anlamanız için
anlatıyorum.
Bir
şeyler okuma takıntısı Giresun’da da devam etti. Tam üniversite sınavlarına hazırlanırken,
iki ciltlik Nutuk’u okumam Sefer Hoca’yı çileden çıkarıyordu bazen.
Matematikten
bütünlemeye kalarak ikinci basamak sınavına
girdim ve Ankara’dan bir tek ODTÜ şehir planlamayı yazdım tercihlerime.
‘Kazanırsam nasıl okurum Ankara’da’ sorusunun karşılığı, “Nasılsa Şaban
Ankara’da” şeklinde bir açıklama buluyordu zihnimde.
Ve
tam da ODTÜ şehir planlamayı kazandım. Üstelik sadece o yıl EA puan türü ile öğrenci
almasa, kendime çok daha uygun bir bölüme girebilirdim. Zaten Mimarlık
Fakültesinin bölümlerine özel yetenek sınavı dışında bir öğrenci yerleştirme
yöntemi bana hep saçma gelmiştir.
Sınav sonuçlarını sabah kalkıp gazeteden bakarak öğrenmiş ve
Kemeraltı’na inip yine oyuncak satmaya başlamıştım. Büyük bir heyecan içinde,
neredeyse koşarcasına Şaban geldi ve “Nereyi kazandın?” diye sordu. Sonucu
öğrenince, “Aferin sana be, helal olsun vallahi” dediğini hatırlıyorum. Sonra
birden bire yüzünde tuhaf bir düşünce oluştu ve
“Yahu ben orası beş yıl diye biliyorum sanki. Bir yıl İngilizce hazırlık
olması lazım.” deyince bu defa benim betim-benzim uçtu.
Öyle
ya, Ankara’da hangi parayla okuyacağım diye
düşünürken bir de okulun beş yıla çıkması inanılır gibi bir şey değildi.
Hepsinden daha elim ve daha vahim olanı ise, benim yabancı dilim Fransızca idi!
“Aslına bakarsanız, Cemaatin ışık evlerinde yetiştirmeye çalıştığı neslin
özellikleri bana tıpatıp uymakta” demiştim geçen yazımda. Önümüzdeki yazıyı da
okuduktan sonra, neden böyle düşündüğüm daha iyi anlaşılacaktır.
Bizim
‘çağdaş, laik, demokrat, Atatürkçü aydınlarımız’
rakı masalarında ahkâm kesip, her akşam yeniden memleketi kurtarırken, pırıl
pırıl Anadolu çocuklarının okumak uğruna nelere katlandıklarını ve onlara
kimlerin sahip çıktığını, sonunda neden ülkenin bu hale geldiğini anlamamıza
katkısı olacak anlattıklarımın diye düşünüyorum…
-Devam edecek-
Yorum Yazma Kuralları
Lütfen yorum yaparken veya bir yorumu yanıtlarken aşağıda yer alan yorum yazma kurallarına dikkat ediniz.
Türkiye Cumhuriyeti yasalarına aykırı, suç veya suçluyu övme amaçlı yorumlar yapmayınız.
Küfür, argo, hakaret içerikli, nefret uyandıracak veya nefreti körükleyecek yorumlar yapmayınız.
Irkçı, cinsiyetçi, kişilik haklarını zedeleyen, taciz amaçlı veya saldırgan ifadeler kullanmayınız.
Türkçe imla kurallarına ve noktalama işaretlerine uygun cümleler kurmaya özen gösteriniz.
Yorumunuzu tamamı büyük harflerden oluşacak şekilde yazmayınız.
Gizli veya açık biçimde reklam, tanıtım amaçlı yorumlar yapmayınız.
Kendinizin veya bir başkasının kişisel bilgilerini paylaşmayınız.
Yorumlarınızın hukuki sorumluluğunu üstlendiğinizi, talep edilmesi halinde bilgilerinizin yetkili makamlarla paylaşılacağını unutmayınız.
Yorumlar
Kalan Karakter: