Ne olacak bu memleketin ve ODTÜ’nün hali…
Yayınlanma :
15.07.2012 19:14


Geçen
yazıda söylemiştim: “Bazen aylarca, belki yıllarca elime kitap almam.
Ama başlayınca da deli gibi okurum” diye. İşte öyle deli gibi okumaya devam
ediyorum
Ve
de okudukça ‘mutsuz’ olmaya…
Bazı
haberlerde söylenir ya “Muhabirimiz sizin için araştırdı” diye. Ben de sizin
için okudum, araştırdım.
Soner
Yalçın’ın ‘Samizdat’ isimli cezaevinde yazdığı kitabın ardından, Ahmet
Şık’ın içeri girmesine sebep olan ‘OOOOKİTAP’ ını ve Hanefi Avcı’nın ‘Haliçteki
Simonlar’ kitabını da…
Sağ
olsun arkadaşlar araştırmışlar, incelemişler, emek harcamışlar ve okumamız için
kitap yazıp önümüze koymuşlar.
Eee,
sonra?
Sonrası
çok iç açıcı değil.
1-Yetmiş beş milyon nüfuslu ülkede
bu kitapları yaklaşık yüz bin kişi okuyacak.
Geriye kalanların bu
isimlerden ve yazdıkları kitaplardan haberleri bile olmayacak belki de…
2-Kitapları okuyacak olan,
eli kalem tutan, memleket sorunlarıyla ilgilenen o yüz bin kişinin de gözü
korkacak. Bundan adım gibi eminim.
Ben
bu kitapları okuduktan sonra, samimi olarak itiraf edeyim ki, gözüm
korktu. Çünkü kitapların yazarları açıkça ifade ediyorlar: “Dokunan yanar”…
Haksızlık
etmek istemiyorum yazarlara, ancak kitaplar sanki “Akıllı olun, bulaşmayın”
demek için yazılmış gibi. Elbette o insanların niyeti bu değildi, biliyorum.
Ama istemeden ‘o değirmene’ su taşımışlar adeta…
Bir
şiir anımsadım neden korktuğuma dair.
Refik Durbaş söylemiş yıllar önce:
Gurbet ne yana düşer usta
Sıla ne yana
Hasret hep bana
Bana mı düşer usta…
Şimdi,
eğer dokunan yanacaksa, yine ben mi dokunup yanayım?
Birçok
yazar-çizer, (köşe yazarları da), toplumun tepesinde oturup, toplumu
gözlemleyip, oradan ahkâm keserler. Dolayısıyla kendilerinden hiç bahsetmezler.
Sanırsınız ki bu insanlar hataları-zaafları olmayan, size-bana hiç benzemeyen
değişik bir türün olağanüstü örnekleridir….
Tenis
veya voleybol maçlarında, filenin tepesinde oturan hakemler aklıma gelir
bunları okurken.
Sonuçta,
”olayları bir başkasının gözüyle görüp anlatamayacağımıza göre, zaten
bu, teknik olarak da olanaklı olmadığına göre, neden hiç kendimizi katmayalım
ki anlattığımız olayların içine” tarzı bir yaklaşım içinde oldum hep.
Yaklaşık
üç yıl önce, yazmaya yeni başladığım zamanlarda, “Sen köşe yazmıyorsun, kendi
anılarını da anlatıyorsun” demişti bir köşe yazarı arkadaş.
Belki
de öyle yapıyorum. Ama insanların yaşadığı şeyleri yazmasının hem yaşam,
hem de edebi anlamda daha fazla değeri yok mudur sizce de?
O
eleştiriyi getiren köşe yazarının yazdığı tarzda, “İzmir CHP il başkanı kim
olur?” tarzı, neredeyse iki gün sonra, sözkonusu il başkanı seçildikten sonra
hiçbir anlamı ve önemi kalmayacak bir yazı yazmanın ne anlamı var? Seçilecek
kişi yeni bir Atatürk de olmayacağına göre, o yazı tarihe ne gibi bir not düşecek?
Eğer
yazıdaki öngörüleri doğru çıkarsa, “bak ben yazmıştım” diyecek. Ama eğer
tutturamazsa, söz konusu bile yapmayacak bir daha o yazıyı.
Ben
bu tür yazıları, milli piyango biletine benzetiyorum. Listeyi alırsın
eline, eğer bir şey çıkmamışsa -ki genellikle çıkmaz- elindeki bilet adeta bir
kâğıt parçasına dönüşür.
Ya
da belediye meclisince reddedilmiş bir imar planı önerisi gibi geçersiz kalır…
Yazmaya
başlayınca yine konudan konuya atlayacağımı hissediyorum, ama yeri gelmişken şu
‘gazetecilik ve köşe yazarlığı’ kavramlarından da söz etmek istiyorum.
Aslında
gazetecilik, eğitimi, uzmanlığı olan, bambaşka bir şey, bir meslek. O yüzden,
örneğin bana ‘gazeteci’ diyenleri mutlaka uyarıyorum: “Ben gazeteci değilim”
diye…
Kendi
çapımda köşe yazmaya çalışıyorum. O kadar…
Köşe
yazarlığına gelecek olursak, buradaki durum tıpkı bizim CHP’deki gibi. Nasıl mı?
Bizim partililerimiz vardır. Bunlar, yani bahsedeceğim bu kesim emekli, sol
düşünceye inanmış, çok fazla yapacak işi de olmayan kişilerdir. Evden çıkınca
kahveye gitmek yerine partinin il veya ilçe teşkilatına giderler. Oturup çay
içer, sohbet eder, gazete okurlar. Ve ağızlarını açtıkları anda “Ben kırk yıllık
partiliyim” şeklinde söze başlarlar.
Bunu
başka birçok partide, örneğin AKP’de söyleyemez kimse. Çünkü kuruluşu bellidir.
Oysa bizim parti Cumhuriyet ile yaşıttır ve bunu söyleme hakkını kendinde görür
partililer…
Gördüm
ki, köşe yazarlığı da buna çok benzer bir durum. İnsanlar size (yani benim
gibilere) tepeden bakıyor ve “ben yirmi yıllık köşe yazarıyım” diyor. Tamamda
sevgili kardeşim, senin benden daha uzun süre bu işi yapmış olman neyi ispatlar
ki? Ben bile seni daha önce hiç duymamışım, yazılarını okumamışım. Elli yıldır
yazsan ne yazarsın?!
Neyse,
birden parladım galiba…
Zülfü
Livaneli, belki de bu gün piyasada popüler olan yazarlara bir eleştiri getirmek
anlamında diyor ki; “Köşe yazarı, yazdığı
yazıyla, okuyucuya farklı bir bakış açısı gösterebilmelidir.”
Yani
“okuyucunun zaten bildiği şeyleri, biraz daha süsleyerek, okuyucuya da
yardakçılık yapacak şekilde yazmanın, onun nabzına göre şerbet vermenin, kime,
ne faydası var” demeye getiriyor benim anladığım. Bu da ayrı bir bakış açısı
elbette…
Biz
Refik Durbaş’ın şiirine ve “yine ben mi yanayım” bölümüne dönelim…
Bir
dönem, yine Soner Yalçın’a ait ‘EFENDİ’ kitabı büyük ses getirmişti
bildiğiniz gibi. Arkasından ‘ERGUVANİLER’ adlı bir kitap daha çıktı piyasaya. O
kitaplardan da öğrendik ki, bu gün ülkemizde, iş dünyasından medyaya, gazeteden
televizyona, sanattan sinemaya, kısaca toplumda yeri olan makam ve
mevkilere-bürokrasi ve siyaset, yüksek yargı dâhil-gelen insanlar aslında bu
makamlara kendi bileklerinin hakkıyla gelmiyorlarmış. Bunların bir kısmı
‘Sabetayistler’ denen bir gruba, bir kısmı mason localarına, bir kısmı
babadan-dededen Osmanlı Aristokrasisine, bir kısmı da çeşitli adlar altında var
olan mezheplere (Alevilik, Süryanilik vb gibi) cemiyet ve tarikatlara ait
kişiler! (Erguvaniler adlı kitap, özellikle Osmanlı aristokrasisinden günümüze
kadar gelen ilişkileri incelemektedir.)
Yani
sevgili dostlar, çevrenizde tıkır tıkır işini yürüten, her dönemde belli
makamlara ‘şakkadak’ gelen, ‘nasıl başardı’ diye şaşıp kaldığınız birileri
varsa, biliniz ki bu örgütlerden biri veya bir kaçı ile ilişkilidir.
Aralarında
Yehova Şahidi bile çıkabilir!
Açık
ve net…
Konuya
gelecek olursak, bütün bu tarihin derinliklerinden gelen ilişkilerden farklı
olarak var olmaya başlayan Gülen Cemaati (ya da Nur Cemaati, ya da ‘hizmet’) en
fazla ‘halktan’ insanların bir araya geldiği bir topluluk gibi görünmekte.
Nitekim,
aynı durumu (eğri oturup, doğru konuşmak lazım) AKP iktidarında da
görmek olanaklı. Bunlar çoğunlukla kırsal ve yoksul kesimden çıkmış, halkın
içinden gelen insanlar. ‘O makamlara tırmanırken arkalarına kimleri
aldıkları’ tamamen farklı bir konu
elbette…
İşte güzel ülkemin elitleri, bir anlamda kaymak
tabakası, (creme dela creme) yüzyıllardır Anadolu’nun kaymağını yiyen insanlar,
şimdilerde neredeyse ‘mutlak güç’ haline gelen ‘cemaate’ yamanmaya başlamış
görünüyorlar. Öyle ki, son zamanlarda İzmir medyasının ‘örtülü’ gündemini bu
konu meşgul eder hale geldi. Buradaki en önemli husus, ‘localardan’ olduğunu
açıkça herkesin bildiği bazı kişilerin de, taa Amerikalara kadar giderek, “Sizi
bize yanlış anlatmışlar” şeklindeki iltifatları elbette…
Yahu
arkadaşlar, her dönem siz, her gazetenin en köşe yerlerinde yazar siz,
televizyonlarda siz, hem AKP iktidarı, hem de CHP’li belediye ile yağlı-ballı
siz…
Sizin
hiç insafınız yok mu?
Soner
Yalçın bile son kitabında “Yaşamı
boyunca solcu-muhalif olmaktan dolayı ezilmiş-sürünmüş insanların ‘yeter artık,
biraz da biz yaşayalım’ yaklaşımının anlayışla karşılanabileceğini”
belirtiyor. Bir kere de siz cefa çekseniz de, başka birileri sefa sürse olmaz
mı?
Ama
nerdeee… ‘Hasret yine bize düştü ustam’…
Zaten
benim önümü Ertuğrul Günay kesti. Artık bu saatten sonra kıpırdasam
“Bak, bu Ertuğrul’ların hepsi böyle diyecekler. Üstelik bir tane de durumu
‘şüpheli’ görünen Ertuğrul (Kürkçü) var. İyisi mi ben diğer adaşım Ertuğrul
(Özkök) gibi yerimde durayım…
Aslına
bakarsanız, Cemaatin ışık evlerinde yetiştirmeye çalıştığı neslin özellikleri
bana tıpatıp uymakta. Hayır, oraya yanaşmanın yolunu yaptığımı düşünmeyin, ama
bu gerçek. Çünkü kırsal ya da yoksul kesimden gelen, dindar bir ailede-çevrede
doğmuş, Sünni ve zeki çocuklar durumu bana tıpatıp uyuyor.
En
doğrusu, önümüzdeki yazıda, başından başlayarak neden böyle düşündüğümü
anlatmak.
Hatta
nasıl ODTÜ’lü olduğumu da…
GEÇEN
YAZIMDA SADECE BİR TESPİTTE BULUNDUM…
Geçen
yazımda bulunduğum tespitlerle ilgili çok farklı tepkiler aldım.
Yazmanın ilginç tarafı şu ki, siz bir şey yazıyorsunuz, okuyan farklı
yorumluyor, başkasına anlatırken daha da farklı hale geliyor!
Oysa
söylemek istediğim, ODTÜ’nün 12 Eylül döneminden sonra ‘artık o eski
ODTÜ olmadığı, her kurumda olduğu gibi, orada da büyük değişimlerin yaşandığı’
idi. Buna uygun birkaç tane de örnek aktarmıştım sadece. Bunu kimileri ‘beni
Face’den sildikleri için çok üzülmüşüm’ şeklinde algıladı, kimileri ‘neden beni
hiç evinize davet etmediniz’ diyorum şeklinde algıladı…
Yakın
dostlarım, benim hayata, hatta içinde bulunduğum siyasete bakış tarzımı bilir:
Karadenizlinin biri “Ben Tanrıya
inanmıyorum” demiş.
Diğeri de: “Tanrının da çok
umurundaydı” demiş…
Yaşama bakış açım genel olarak budur.
Ben
sadece, belki farkında bile olmadan yaşadığımız bir tür ‘ayrımcılıktan’
söz etmeye çalıştım.
Bu
ayrımcılığı daha iyi açıklayabilmek için bir örnek daha anlatayım o
halde:
Bildiğiniz
gibi ‘sayın eşim’ Güzide sınıf arkadaşımdır. İkimiz de birinci sınıfta kalınca
arkadaş olduk, okul bitince de evlendik vs…
Bizim
okulu, onun kadar kendini ‘yormadan’ bitirebilen başka bir öğrenci olmuş mudur,
onu da bilmiyorum!
Güzide,
Trabzonlu öğretmen bir anne-babanın kızıdır. İlk ve orta öğrenim hayatı
boyunca hep gözde bir öğrenci olmuştur. Ancak üniversite 1. sınıfta kalır. Bu
duruma çok üzülen ailesi, 1. sınıf stüdyo hocalarından biri ile görüşerek,
‘kızlarının neden başarısız olduğunu’ öğrenmek isterler. Alınan yanıt sözcüğü
sözcüğüne şudur: “Biz, taşradan gelen öğrencilerin kente ve okula uyum
sağlayabilmeleri için, 1. sınıfı tekrarlamalarını uygun buluyoruz”…
İşte size, sırf öğrenciler arasında değil, öğretim
kadrosunda da var olan bu çarpık ayrımcı bakışı anlatmaya çalışıyorum. Yarayı
daha fazla deşmeyelim…
Sık
sık söylerim: Yanlışları, haksızlıkları, adaletsizlikleri birileri yazmalı ki,
caydırıcı olsun. En azından bizden sonra gelenler adaletsizliklere maruz
kalmasın. ‘Bir gün birilerinin bunları yazacağı’ düşünülsün…
Karı-koca
öğretmen bir ailenin çocuğu ‘taşradan’ gelmiş sayılıyorsa, bir de benim
durumumu düşünün. Doğrudan ‘mağaradan’ çıkmışım demektir değil mi?
Durumum
içler acısı yani…
Oysa
o okulda bir topluluk kurdum, sinema ve amatör fotoğrafçılıkla uğraştım,
bütün kültürel faaliyetlerde yer aldım. Hatta sadece TRT’nin olduğu yıllarda
birkaç kez televizyonlara bile çıktım. Yani üniversiteyi, lise gibi ‘evden
okula, okuldan eve’ şeklinde bitirmedim…
Bütün
bunlar, taşradan gelenlerin de başarılı çocuklar olabileceğine bir kanıt olmuş
mudur dersiniz?
Bilemiyorum…
Yorum Yazma Kuralları
Lütfen yorum yaparken veya bir yorumu yanıtlarken aşağıda yer alan yorum yazma kurallarına dikkat ediniz.
Türkiye Cumhuriyeti yasalarına aykırı, suç veya suçluyu övme amaçlı yorumlar yapmayınız.
Küfür, argo, hakaret içerikli, nefret uyandıracak veya nefreti körükleyecek yorumlar yapmayınız.
Irkçı, cinsiyetçi, kişilik haklarını zedeleyen, taciz amaçlı veya saldırgan ifadeler kullanmayınız.
Türkçe imla kurallarına ve noktalama işaretlerine uygun cümleler kurmaya özen gösteriniz.
Yorumunuzu tamamı büyük harflerden oluşacak şekilde yazmayınız.
Gizli veya açık biçimde reklam, tanıtım amaçlı yorumlar yapmayınız.
Kendinizin veya bir başkasının kişisel bilgilerini paylaşmayınız.
Yorumlarınızın hukuki sorumluluğunu üstlendiğinizi, talep edilmesi halinde bilgilerinizin yetkili makamlarla paylaşılacağını unutmayınız.
Yorumlar
Kalan Karakter: