

Sanırım sorun ‘bilmek
ama inanmamakla’ ilgili.
Bildiğimiz, hatta yüzde yüz
emin olduğumuz şeye, içimizdeki iyimser yanımız inanmak istemiyor aslında.
Kesinlikle bildiğimiz gerçek: Bir gün
öleceğiz. Peki, gerçekten oturup, hissederek ve bütün detaylarıyla gözümüzün
önüne getirerek ölümü hiç hayal ettik mi?
Ya da, birkaç saat üst
üste, ölümlü olduğumuzu aklımızda tutarak yaşadık mı?
Kesinlikle bildiğimiz gerçek: Hayat
nankörlüklerle doludur. Peki, kaç kez nankörlük görüp, kaç kez “Bir
daha kimseye güvenmeyeceğim.” dememize rağmen, ne değişti?
Kesinlikle bildiğimiz gerçek:
Doğruları söylüyorsan, hele de bu doğrular birilerine zarar veriyorsa, mutlaka
başına gelecekler var demektir. Bunlar, zor bir yaşam sürmekten başlayıp,
hayati tehlikeye kadar gidebilir değil mi?
İsa’nın çarmıha gerilmesinden tutun da, yaşadığı gezegenin ya da
ülkesinin geleceği için, doğruları söylemek adına mücadele eden kim varsa,
başına hiç hak etmediği şeyler gelmiştir.
Hem de sesi ne kadar gür
çıkıyorsa,
cezası da o denli ağır olacak şekilde…
Ve bütün bunları, gerek tarihsel
örneklerden, gerekse günümüz dünyasında yaşananlardan dolayı çok iyi biliriz.
Biliriz de, yine de, her
seferinde şaşırırız başımıza geldiğinde, hayretle karşılarız. “Doğruları söylediğim için kimseye yaranamıyorum”
diye hayret ederiz…
Sizce de tuhaf değil mi bu durum?
Bilmek ama inanmamak!
Ah şu iyimser yanımız…
İNSANI YORAN ÜÇ AKTİVİTE
Evet, bazı aktiviteler toplumla
birlikte yapılır. Ama çoğu zaman da bir zulme dönüşürler.
Bunlardan birincisi kesinlikle düğünler.
İki kişinin mutluluğu. Bir yuva kurma vs. Eyvallah, hiç birine diyecek
sözümüz olamaz. Ancak, özellikle çok yakını olmadığınız bir düğüne katılıp,
saatlerce sıkıntıdan patlamak yok mu. İşte o olacak şey değil.
Kendi çocuklarıma sünnet düğünü filan
yapmayı da bu yüzden hiç düşünmedim. Sen sahnede göbek atarken, birilerinin
saatlerce bir masada oturup, sıkıntıdan patlaması çok insancıl gelmedi çünkü.
Günümüzde özellikle
boşanmalarda yaşanan patlama da, işin cabası. Bazen ister istemez içimden “Acaba katıldığım bu düğün, bu kadar
zorluklar aşılarak yapılan evlilikler ne kadar sürecek?” diye düşündürüyor
insanı ister istemez.
Benim bizzat nikâh şahidi
olduğum bir düğün oldu birkaç yıl önce. Çift, üç yıla yakın nişanlı kalmıştı.
Neredeyse her gün görüşen insanlardı. Evlilikleri üç ay bile sürmedi!
O yüzden, beni nikâh
şahidi yapmamaya özen gösterin lütfen…
İkinci yorulduğum
aktivite misafirlik.
Elbette bazı misafirlikler
güzeldir, eğlencelidir. Ancak öyleleri de vardır ki, adeta yaşamınızda boşa
gitmiş bir gün ya da gece gibi algılamanıza sebep olur.
Bunda, çağımızın yaşam tarzı ve
insanların zamana bağımlı bir yaşam sürmesinin etkisi olduğu inkâr edilemez
elbette.
Ancak, ben genel olarak,
ailecek yapılan
misafir ziyaretlerini pek sevemedim diyebilirim.
Beni misafirliğe çağırmayın.
Üçüncü konu ise, veli toplantısı.
Çocuğunuz gitmenizi ister.
Gitmeseniz ‘ilgisiz baba’
olacağınızı düşünür, suçlu hissedersiniz. Gidince o ortam, aşırı ilgili
velilerin durumu sıkar sizi.
Özellikle de, çocuğu biraz haylaz olan
velilerin durumunu görmek içimi burkmuştur hep. Çünkü veli mahcup durumdadır,
öğretmen çocuğu eleştirmektedir, olay herkesin gözü önünde olmaktadır.
Birçok konuda şansı yaver
gitmeyen şahsımın, çocuklarım konusunda -maşallah- şansı yaver gidiyor. Hepsi sınıfının
çalışkan, başarılı çocukları oldular. Üstelik özel okullarda, ya da özel
hocalar tutularak okumadıkları halde!
Şimdi düşünün, gözünüzün
önünde ezilen-büzülen veliler dururken, hadi kalkın, adeta hava atar gibi “Benim çocuğum nasıl hocam?” diye
sorun.
Hem çocuğunuzun durumunu
biliyorsunuz, hem de öğretmenin “Aaa,
sizin çocuk süper. Çok akıllı, uslu maşallah.” demesinin diğer insanlarda
yaratabileceği üzüntüyü düşünüyorsunuz.
O nedenle katıldığım veli
toplantılarında pek bir şey sormamaya özen gösteriyorum.
Aslında saydığım bu üç
konunun kesiştiği ortak nokta, sanıyorum gönül rızası ile olmayışından, bir
zorunluluk durumundan kaynaklanıyor olması…
FUTBOL BARIŞA HİZMET EDİYOR MU?
Bütün sporlarda olduğu gibi, futbolda da,
ağzını açan herkes, centilmenlikten, sporcu ruhundan söz eder. Peki, işin aslı
öyle midir?
Çocukluğumdan bu yana,
futbolun herhangi bir ortama barış ve huzur getirdiğine şahit olmadım. Sokak
arasında oynarken dahi, ne kavgalar, küskünlükler yaşanmıştır futbol yüzünden.
Bırakın oyuncuları,
takımların taraftarlarının bile döner bıçakları ile birbirlerine saldırdıkları
bir oyunda ne barışından, dostluğundan söz ediyoruz.
12 Eylül’de ara verdiğim lise son sınıfı
Giresun’da okumuştum tekrar. Bir gün aklı evvelin biri, “Okullararası Dostluk Turnuvası” düzenleme kararı almış. Üstelik bu
turnuva, sadece lise ve dengi okulların hocaları arasında düzenlenmekte.
O turnuvada izlediğim bir maçta,
hocaların birbirine nasıl tekme-tokat giriştiğini hala hatırlarım!
Tam bir ‘dostluk turnuvası’ oldu gerçekten!
Her maçtan sonra
televizyonlarda sabahlara kadar futbol yorumları yapan insanları gördükçe, daha da
soğudum son yıllarda futboldan.
Sanırsınız ki, adamlar
Türkiye’nin geri kalmışlığına çözüm bulmaya çalışıyor.
Yine de izlemeye devam
ederdim, ama Kaya Çilingiroğlu’nu da maç yorumlarken gördüğüm günün yarattığı travmayı bir daha
atlatamadım…
Ego patlaması yaratan, bu tür
yarışmacı konularda, hatta kâğıt oyunlarında da aynı sorunlar var.
Kâğıt oynamayı ve
kahvehanelere gitmeyi sevmem. Buna rağmen, bazen bir arkadaşınızı görmek için
kapıdan içeri girdiğinizde, adam en fazla “Hoş
geldin” der, sonra sizi unutur. Arada, “Otur,
ne içersin?” diye sormak aklına gelir, tekrar oyuna dalar. Normal yaşamda
böyle bir durum ‘kabalık’ olarak
kabul edilir, hatta küsme sebebi sayılabilir. Ama kahve kültüründe normal
karşılanır.
Çok yakın, canciğer
arkadaşların, “Okey attın, atmadın”
Ya da “Kız verdin, papaz aldın” benzeri,
bizce incir çekirdeğini doldurmayacak konulardan tartıştıklarını, kavga
ettiklerini bilirim…
Not: “Bir şahsın” anlatılacağı bir konu ve “yalakalık-yağcılık tıpkı
mobbing ya da taciz gibi suç sayılmalı” başlıklı iki konu daha vardı yazacak,
ama sevgili Adem Nakçı’nın sabrını zorlamamak için kısa kesiyorum.
Bazen 1500 sözcüğü geçen yazılarım
oluyor. Bu ise sadece 833 sözcük oldu
Gelecek yazıda devam edeceğiz.
Yorum Yazma Kuralları
Lütfen yorum yaparken veya bir yorumu yanıtlarken aşağıda yer alan yorum yazma kurallarına dikkat ediniz.
Türkiye Cumhuriyeti yasalarına aykırı, suç veya suçluyu övme amaçlı yorumlar yapmayınız.
Küfür, argo, hakaret içerikli, nefret uyandıracak veya nefreti körükleyecek yorumlar yapmayınız.
Irkçı, cinsiyetçi, kişilik haklarını zedeleyen, taciz amaçlı veya saldırgan ifadeler kullanmayınız.
Türkçe imla kurallarına ve noktalama işaretlerine uygun cümleler kurmaya özen gösteriniz.
Yorumunuzu tamamı büyük harflerden oluşacak şekilde yazmayınız.
Gizli veya açık biçimde reklam, tanıtım amaçlı yorumlar yapmayınız.
Kendinizin veya bir başkasının kişisel bilgilerini paylaşmayınız.
Yorumlarınızın hukuki sorumluluğunu üstlendiğinizi, talep edilmesi halinde bilgilerinizin yetkili makamlarla paylaşılacağını unutmayınız.
Yorumlar
Kalan Karakter: