
Pandemi süreci ile birlikte orta ve alt sınıflarda daha çok belirginleşen ekonomik yoksunluk sizce önüne geçirilebilir bir düzey de mi, yoksa bu süreç birçok siyasal ve sosyal yıkımın habercisi mi?
Ekonomimiz, küresel neo-liberalizmin muhafazakarlığa tercüme edilmiş hali. Eşitsizlik ve toplum kesimleri arasında gelir uçurumu bu sistemin doğasında var. Yoksulu, sistem içinde kollamak yerine bağış ve lütuflarla teskin etmek de bu ekonomik modelin özelliklerinden. Finansal araçlara dayalı bu ekonomi rejimi, insan eksenli değil. Bu anlayışın kaçınılmaz sonucu sosyal çöküntü olacaktı, zaten. Bu beklenen sonucu yaşıyoruz, şu an. Ayrıca ekonomi yönetiminde hem özgür, âdil ve şeffaf bir iktisadi yöntem izlenmiyor hem de halkın çoğunluğunu oluşturan yoksullar aleyhine belli sermaye grupları kayırılıyor. Ağır vergilerle orta ve küçük ölçekli girişimciler eziliyor. Ücretliler maaşlarının üçte birini vergi olarak devlete iade ediyor. 2021 bütçesi için büyük holdinglerden, bankalardan kısaca büyük sermayeden topladıkları vergi toplam gelirin yüzde 9.6’sı; dolaylı vergilerle ağırlıklı olarak dar gelir gruplarından alınan vergi toplamın yüzde 63’ü. Bu sosyal faciayı durdurmak gerek. Türkiye'nin, acilen sosyal adalet temelinde refah devleti modeline geçmesi lazım. Toplumsal dengelerin altüst olduğu bir felaket haliyle karşı karşıyayız. Radikal ekonomik tedbirler almak gerek. Türkiye'nin milli gelirini adil dağılımla yükseltmenin yolu iktisadı sosyalleştirmekten geçiyor. Ülkemizin yeniden yatırımlara yönelmesi, yerli ve yabancı girişimcilere cesaret vermesi ve şeffaf işleyecek bir ekonomi için buna ihtiyaç var.
HDP OPERASYONLARI HUKUKİ DEĞİL
Siyasal iktidarın HDP'ye uyguladığı müdahaleler doğrultusunda toplumsal muhalefeti şiddet üzerinden kontrol altına alma süreci ne gibi siyasal ve sosyal sonuçlar doğurmaktadır? Sürdürülebilirliği ve yarattığı etki üzerine neler söyleyebilirsiniz?
HDP'li siyasetçilere yapılan operasyonların hukuki amacı olmadığı için konuyu siyasi mühendislik içinde ele alıp değerlendirmek durumundayız. Evlerinden polis nezaretinde gözaltına alınan siyasetçiler davet edilseler gider ifadelerini verirler. Ortada ne kaçma şüphesi ne de delilleri karartma durumu var. Zırhlı araçlar ve polislerle sivil siyasete operasyonlar tam bir kuvvet gösterisi. Orantısız güç kullanımı. İktidarın, yargı eliyle siyasete had bildirme sabıkasında yeni bir sayfa bu. Siyasette rakip görmek istemeyen, gücü kaybetme ihtimaliyle çılgına dönen iktidarın, elindeki devlet gücünü kontrolsüzce kullanmasına yeni bir örnek. Siyaset yapmaya ve Türkiye'deki damar tıkanıklıklarını açmaya çalışan HDP'li politikacılar, kanunun elinden kaçıp kurtulma refleksine sahip kriminal kişilerle aynı hizada kabul ediliyor. Kamuoyunda tanınmış, itibarlı, işinde gücünde, TBMM'de görev yapmış veya kamu görevlisi haysiyetli insanlara reva görülen muamele yasal protokolle açıklanamaz. Belli ki şahsiyetleri zedelenmek isteniyor. İtibarlarını hırpalıyorlar. HDP göz altılarının tüm topluma verdiği mesaj, siyasete çok da güvenilmemesi yönünde. Siyaset yoluyla demokratikleşmeye katkı sunmak için çaba sarf etmeyi değersizleştiriyorlar. Ülkenin karanlık yüzünde konumlanıp hayatımızı, kaderimizi, geleceğimizi dizayn eden güçler bunlar. Bu güçlerden şikâyet ederek iktidar olan AK Parti'nin şimdi karanlık tarafa geçmesi fazlasıyla trajik bir öykü. Türkiye'yi bu çıkmazdan ancak bir arada yaşama iradesi, şeffaflık, demokratikleşme ve özgürlüğü dava edinen bir hikâye kurtarabilir. Muhalefetin işte bu hikâye üzerinde yoğunlaşması gerek.
BARIŞ GÜCÜ OLMALIYIZ
Devletin dış siyasetteki tavrı ne tür faturalar doğurmaktadır ve iç siyaset üzerine ne tür bir etki oluşturmaktadır?
Hükümetin dış politikası 2010'dan sonra zıvanadan çıktı desek az söylemiş oluruz. Tuhaf ve anakronik söylemlerle “ülkede barış, bölgemizde barış ve dünyada barış” ilkesine dayalı dış politikamızı yoldan çıkardılar. Osmanlıcı fikirler romantizm olarak kalsaydı, kimseye zararı olmazdı. Fakat, Türkiye'yi maceralara sürükleyince ortaya çıkan sonuç tam bir felaket oldu. İmparatorluk döneminin topraklarına özlem, zamanla yayılmacı fikirlerin dile getirilmesine kadar vardı. Akıllarındaki tasavvuru meşrulaştırmak için de “Müslüman kardeşlik” temalı izahlar yapılmaya başlandı. Erdoğan, 2011'de Arap ayaklanmaları sırasında Mısır'da laiklik öneriyordu. Öncesinde Müslüman birliğinin çağdaş dünyada yerinin olmadığından bahsediyordu. Bir anda her şey tersine döndü ve isyan ülkelerinde dost hükümetlerin kurulması için içişlerine karışma dönemi açıldı. Rejim değiştirme serüveninin Türkiye'ye iktisadi, sosyal, beşeri maliyeti çok yüksek. Acilen uluslararası sözleşmelere saygılı ilkeli diplomasiye dönülmesi gerek. Dış politika ülkemizin ve milletimizin menfaatlerini korumayı temel almalıdır. Bunun dışındaki amaçlar Türkiye'ye zarar verir. Azerbaycan-Ermenistan sınırındaki Dağlık- Karabağ bölgesi Bosna ve Filistin ile karşılaştırıldı. Daha önce Suriye için bu mukayeseyi yaparlardı. Doğrudur, Azerbaycan'a ait bölgenin yüzde 20'si Ermenistan'ın işgali altındaydı ve Rusya'nın da desteğiyle işgal sona erdi. 30 yıla yakın bir süredir devam eden kriz sona ermiş oldu. Fakat diplomasi ve müzakereyle değil, savaşla. Can kayıpları oldu, yerleşim alanları bombalandı, insani sorunlar ortaya çıktı. Keşke sorun savaşsız çözülebilseydi. Ermenistan'ın ve Batı dünyasının sorunu çözmeden bu kadar uzun süre bekletmesinin komplikasyonu bu. Sınır sorunlarının büyük felakete yol açmadan acilen çözümlenmesi gerektiğine en bariz örnektir, Karabağ sorunu. Sürekli ertelenen ve ötelenen problemler hiç istenmeyecek aşamaya sıçrıyor. Ermenistan'ın Karabağ'da işgal ettiği rayonlarda Azerilere etnik arındırma uygulaması yapıyordu. Bu uluslararası suç. Bu bölgelerden ayrılmak zorunda kalan Azerilerin nüfusun yüzde 13'ünü oluşturduğu söyleniyor. Bu çapta bir iç mülteci dalgası, toplumsal dengeleri alt üst eder. Biz, bu sorunu Suriye krizi nedeniyle tecrübe ettik, ediyoruz. Nasıl bir karmaşaya neden olduğunu yakından biliyoruz. Karabağ sorununu çözmek için Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) çerçevesinde oluşturulan Minsk Grubu bu yolda hiçbir varlık gösteremedi. Fakat unutmayalım, 2018 yılında Ermenistan’da gerçekleşen “Kadife Devrim” sonrası Nikol Paşinyan’ın Batı'da gelecek araması üzerine Rusya, Karabağ operasyonuna onay verdi. Bu operasyon sayesinde Paşinyan iktidarının devrilip, Moskova yanlısı yeni bir hükümetin işbaşına geleceğini öngörebiliriz. Rusya'nın ihtiyacı ile Azerbaycan'ın beklentisi örtüştüğünde Karabağ'ı işgalden kurtarmanın önü açılmış oldu. Buradan kendine pay çıkaran AK Parti liderinin ortada fâtih gibi gezmesi anlamsız. Türkiye, etkili bölgesel güç olarak Suriye krizindeki başarısız politikalarını hatırlamalı. Azerbaycan-Ermenistan geriliminde tarafları çatışmaları durdurma ve müzakere masasına dönmeye ikna eden taraf olmalıydı. Türkiye'nin bölgesel barış rolü oynamaktan başka ajandası olamaz, olmamalı.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın "Fikir iktidarımızı gerçekleştiremedik" ifadesi sizce ne tür bir siyasal aklın ürünüdür?
Hangi toplumda olursa olsun, sinir uçlarına baskı yapan kışkırtıcı müdahaleler tartışma yaratır. Bizim toplumumuzda belirli sebeplerle gerginlik biraz daha yüksek olduğundan kırılganlık eşiği nispeten daha düşük. Ciddi ve sorumlu siyasetçi bu durumun farkında olarak yatıştırıcı olmaya çalışır. Fakat iktidar bu zaafı toplum aleyhine kullanmayı tercih ediyor. Yarattığı büyük tahribatı umursamıyor. Fikri iktidardan yoksunluk, AK Parti liderinin her şeyi yapar hale gelmesinin kendi kesimi üzerindeki etkisi. Despotizme bürünen politik toplum bireyleri pasifleştirir. Otoriteyi kutsayan bu yaklaşım, sivil toplum halinden hoşlanmıyor. Çoğulculuğu kaos görüyor. Sonra da fikri iktidarı kuramadığından yakınıyor. Fikri iktidar, sivil toplumun işidir ve güçlü sivil toplumu gerektirir. Güçlü sivil toplum da, devlet gücünü elinde bulunduran yöneticilerin iradelerini sınırlandırır ve onların birer tirana dönüşmesini önler. Canlı, dinamik, renkli, katılımcı, araştırıcı ve politik mekanizmayı etkileyici bir sivil toplum bugün artık demokrasinin olmazsa olmazını oluşturuyor. Bu özellikten mahrum bu iktidarın politik güçten ibaret kalmasında şaşılacak bir şey yok.
KADIN İSTİHDAMINDA TÜRKİYE KÖTÜ DURUMDA
İktidarın dönem dönem cinsiyetler ve yaşam biçimleri üzerine tahkim edici çıkışları sizce neye işaret etmektedir?
Türkiye'de yapılan araştırmalar ve uluslararası kurumların çalışmaları açıkça ortaya koyuyor ki dünyanın hemen hemen hiçbir yerinde cinsiyet eşitliği sağlanmış değil. Toplumsal, politik, ekonomik ve hukuki alanlarda kadın ve erkek eşit muamele görmüyor. Aynı haklara, özgürlüklere ve imkanlara sahip değil. İstihdamda eşitlik veya denklik yok. İşe alımlarda kadınlara karşı negatif önyargı adeta kural. Yine ücret politikası da kadının aleyhine çalışıyor. Kariyer süreçleri de öyle. Dünya Ekonomik Forumu'nun (WEF) endeksine göre kadının iş gücüne katılımında Türkiye 144 ülke arasında 130'larda. Kadın istihdamı ilkokul öğretmenliğinde yüzde 60 olmakla birlikte savcı, polis gibi mesleklerde yüzde 5'e kadar geriliyor. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) verilerine göre kadın üst ve orta düzey yönetici oranlarında Türkiye 49 ülke arasında son sırada. İşsizlikte de kadın işsizlerin oranı erkeklerin iki katına yakın. Kadın işsizliğinde Türkiye en yüksek oranla OECD ülkeleri arasında ilk sırada yer alıyor. Cinsiyetler arası uçurumun en bariz görüldüğü alan siyaset. TBMM'de kadın milletvekili oranı yüzde 17. Liyakat şartı yerine getirilmeksizin kontrolün her halükarda erkekte olması gerektiğine inanıldı, asırlar boyunca. Modern zamanlarda bu anlayışın terkedildiği izlenimi uyandıran iyileştirmelere rağmen genel hatlarıyla kadın hâlâ alt basamakta duruyor. Buna bağlı olarak da hak kısıtlamalarına uğruyor. Sorumluluk veya yükümlülükte ise kadının yükü sahip olduğu haklardan çok daha ağır. Bu ilişki rejiminde kadın boyun eğmesi gereken taraf kabul edildiğinden kadına şiddetin makbul ve meşru kabul edildiği bir seviye her zaman oluyor. Gelir sahibi ve eğitimli kadınların bile bağışık kalamadığı bir durum bu. Yasalarla güvence altına alınmış hakların fiilen kullanılamamasının bariz sebebi de işte bu kültürel arıza. Kadın nüfusun ağırlıklı bölümü evde kalıp ev işlerini yapmakla yükümlü. Çünkü erkek, ekonomik aktiviteyi üstlenince ev işlerinden muaf sayılmaya hak kazanıyor. Çocuk doğurmaktan başlayıp onları büyütme, yetiştirme, eğitimlerine destek olma süreci bütünüyle kadının omuzunda. Kuralları erkeğin koyduğu hayat tarzında kadının dezavantajlı görülmesi dahi olumsuzluğu ifade etmede yetersiz kalabilir. Sorunun çözümü için ilk basamak, eğitimdir. Milli Eğitim müfredatında kadın-erkek eşitliği eğitimi mutlaka yer almalı. Cinsiyetçi ayrımcılık konusunda duyarlılık çocuklarımıza o yaştan itibaren verilmeli. Bunun yanı sıra yaygın eğitim, etkinlik, faaliyet ve programlarla toplumdaki cinsiyet eşitsizliği ikaz edilmeli. TBMM, yasal düzenlemelerde hassas davranmalı. Kadın-erkek eşitliğinin toplumun yapısal öğesi olmasını sağlamada hükümetler kararlı olmalı. Kültürel değişim ve dönüşüm için cesur olmalıyız. Kadın aleyhindeki mevcut halin tahammül edilemez olduğunu görmek lazım.
DİNDARLIĞI İKTİDARLA ÖZDEŞLEŞTİRMEMELİYİZ
İslami bir siyasal ve sosyal gelenekten gelen Nazir Cihangir İslam, kendini mütedeyyin olarak tanımlayan insanlar için neler söyleyebilir? Sosyal ve entelektüel açıdan ne yapmalı?
Her icraatını dindarlık giysisiyle sunan iktidarın murdar etmediği kavram yok neredeyse. Tarihteki sultanların yolunu izliyorlar. Adaletsizlik, hukuksuzluk, hak ihlalleri almış başını gidiyor, ama onlara kalsa en dindar yine de onlar. Yaptıkları her türlü fenalığı din iman hamasetiyle örtbas etmeye çalışıyorlar. İşi o noktaya getirdiler ki dini hayat, siyasi faaliyetle aynı şey sayılmaya başlandı. Hasbi ve hakiki dindarların bu durumdan ne kadar rahatsız olduklarını biliyoruz. Tepkilerini de dindarlıklarını teşhir konusu yapmayarak gösteriyorlar. Fakat, burada tuzağa düşmemek gerek. İktidar kendisini dindar gösterip karşıtlarını çerçeve dışına çıkarma çabasında. Bu çelişkiyi ayakta tutarak siyasi gücünün erimesini önlemeye çalışıyor. Muhalif kesimlerin dindarlığı iktidarla özdeşleştirmekten ve mütedeyyin insanları incitecek çıkışlardan kaçınması lazım. Yıllardır yaşanan baskılar ve bunun sonucu oluşan mağduriyetler dindarları AK Parti etrafında birleştirdi. 28 Şubat süreci de bu algıyı mühürledi. Başörtüsü yasağı, hukuksuz ve keyfi engellemeler vs. Bütün bunlara bakınca AK Parti’nin dindarlar tarafından güçlü bir şekilde desteklenmesini anlayabiliriz. Dindar kesimin haksızlık karşısında ve iktidarın yanlışlarına rağmen vefa duygusu içinde olmasından ziyade toplumun tüm kesimlerini saygı ve eşitlik ruhuyla kapsayan kucaklayıcı bir alternatifin bulunmayışından kaynaklanan çaresizlik durumu var ortada. Ama yine de iktidarın mütedeyyin ve muhafazakar kesim nezdinde o eski kredisini tükettiği bir aşamaya geçtik. İstanbul'daki yerel seçimin sonucu bunun işaret fişeğiydi. Ekrem İmamoğlu AK Parti'nin 300 binden fazla seçmenini kendisine oy vermeye ikna etmeyi başardı. AK Partili seçmeni eski mağduriyetlerin benzerinin bu defa oy verdiği parti eliyle yaşatıldığını görmeye başladı. KHK'lerle işinden atılan ve çoluk çocuğuyla ortada bırakılan yüz binlerce insanın vebalini taşımak istemiyorlar. Halkımız AK Parti’yi ilk seçimde demokratik bir şekilde tasfiye edecektir; ama toplanacağı adresi henüz bulamadı. Arıyor.
Yorumlar
Kalan Karakter: