

Yeni yıl öncesi kaleme
aldığım son yazıda “İyi ki varsınız, iyi
ki okuyorsunuz” diyerek bitirmişim yazıyı.
Aslında, bu ‘kaleme
almak’ deyimi de artık gündemden çıkmalı. Çünkü klavye ile yazıyoruz. ‘Klavyeye
aldığım’ desek de biraz kulak
tırmalayıcı gelebilir. Ama olsun, ‘klavyeye aldığım’ diyelim, zamanla alışırız.
İnsanoğlu zamanla nelere alışmıyor ki…
Bir şeyler yazmaya çalışan
herkes için en öncelikli olan şey ‘okunmaktır’. Okuyucunun yazıyı beğenmesi
bile, yazarın okunma isteğinden sonra gelir, yazar açısından. Çünkü okunmak,
her şeyden önce ‘ciddiye’ alınmaktır. Beğenilmek ya da beğenilmemek eylemi
ancak ondan sonra bir değer taşır.
Bazen Facebook’ta oyalanırken, online olan bir
arkadaşımı görüyorum. “Bu yazının linkini
atsam acaba okur mu?” ya da “diyelim
ki okudu, acaba anlar mı?” diye düşünmeden edemiyorum. Çünkü sosyal medyaya
üye olanlar zekâ testinden geçirilmiyor sonuçta ve karşınızdaki kişinin hem
kapasitesi, hem de ilgi alanı çok farklı olabilir linkini atacağınız yazıdan!
Diyelim ki, o gün,
kendimce çok önemli bulduğum, hatta bir meslek alanını ilgilendiren bir köşe yazısı yazmışım.
Soruyorum rastladığım veya iletişimde olduğum kişilere: “Sizin işyerinizde bir tepki oldu mu? Ya da nasıl bir tepki oldu? Çoğu
zaman aldığım yanıt bende hayal kırıklığı yaratıyor: “Bizde kimse gazete ya da
internet sitelerini okumaz. Erkekler bütün gün futbol ya da bilgisayar oyunları
konuşur. Kadınlar da alışveriş ya da kişisel bakım, saç-baş muhabbetindedir.”
Bu duruma şaşırmamak elde
değil. Çünkü empati yapıyorum, eğer benim bir tanıdığım, bir meslektaşım bir
yerde bir şey yazıyorsa, seveyim ya da nefret edeyim, mutlaka okurum. Örneğin
ben bir başkası olsam, “Bu deli herif
yine neler saçmalamış?” diye merak eder okurdum ben’i!...
Bir gün Konak’ta bir
arkadaşımla buluştum. Yanında da sanıyorum muhasebeci olan bir arkadaşı var.
Arkadaş bizi tanıştırdı ve ‘köşe yazarı’ olduğumu da araya sıkıştırdı. Hal
böyle olunca, ben de elimdeki gazeteyi adama uzatıp, “Bu gün köşe yazım var. Okursanız sevinirim” dedim.
Şimdi adamın tepkisini
anlatacağım ama şaka yapıyorum sanırsınız. Gazeteyi uzatınca adam bir adım geri
sıçradı. “Yok, ben okuyamam, vaktim yok,
almayayım” filan dedi. Görseniz sanırsınız ki, elimde, adamın fobisi olan
bir ‘yaratık’ var ve adam ondan kaçmaya çalışıyor. Derken tanıştıran arkadaş ısrar
etmeye başladı, çünkü ortada tuhaf bir durum oldu ve ben biraz bozuk kalakaldım.
Ama adam ona da direndi ve gazeteyi almadı.
Gereğini hemen mi
yaparsın, yoksa gündoğumuna mı bırakırsın tarzı bir adam yani…
Büyükşehirde beş yıl aynı
komisyonda görev yaptığımız arkadaşlar var. Hem de mimar. Adının baş harfi de
Metin.(Küfretme Metin, en azından soyadını yazmadığıma dua et.) Hem günlük yayınlanan
bir gazetede, hem de bu sitede kendimce bir şeyler yazmama rağmen, adamın
bundan haberi bile yok hala.
Oysa her karşılaştığımızda
söylüyorum.
Allahtan, intikam denen
bir şey var!
Ve de patavatsızlık denen…
Tamamda, ben hiç patavatsız olduğumu inkâr
etmedim ki… Neyse o.
Zaten nasıl biri olarak anılmak
istersin deseler, “samimi ve patavatsız”
derim herhalde, galiba, kesin yani.
Bu unvanlar bana bizzat sınıf arkadaşlarım
tarından verilmiştir, resmidir yani!
İsterseniz birini anlatayım:
Ankara Büyükşehir’de çalıştığımız
yıllar. Yukarı Ayrancı’da, Güleryüz Sokakta oturuyoruz. Büyük oğlumuz, ’92 doğumlu
Fırat doğmuş. Demek ki, 93 veya 94 yılı. Eve çok yakın bir çocuk parkı var ve o
parkın hemen yanında da sınıf arkadaşımız Cem Yaşin oturuyor. Fırat’ı parka
götürünce Cem’e de uğruyorum arada. Cem yalnız yaşıyor ve muhtemelen ailesinin
tek çocuğu.
Karlı bir Ankara gününde,
parkta biraz üşüdükten sonra kapısını çaldım. Meğer o gün Cem’in anne ve babası
gelmiş. İçeri davet edildik ve yaşlı çift hemen Fırat’a ilgi göstermeye,
sevmeye, kucaklarına almaya başladılar. Belli ki bir torun sevdası kursakta
kalma durumu var. Bunu görünce beni zapt
etmek ne mümkün!
“Yahu Cem, şu insanlar bu yaşa gelmişler, senin mürüvvetini görmek
istiyorlar. Torun kucaklamak istiyorlar. Senin hiç umurunda değil onların ne
hissettiği vs.” diye girdim konuya. “Hay ağzına sağlık. Ne güzel söyledin.
Duygularımıza tercüman oldun” diye anında döküldüler tabii…
Cem öyle bir zorda, öyle
bir kıvranmakta
ki, sormayın. “Ya anne onun dediğine
bakmayın. O bizim sınıfın en patavatsız adamıdır. Bela mısın lan” diye
bağırıyor.
Ben ise sekiz köşeyim…
Neyse, yıllar sonra Cem’in de
kulaklarını çınlattık böylece…
Peki, sizce, kendimi en
açık
sözlü, en patavatsız olarak görüyor muyum? Kesinlikle hayır.
Yaşamım boyunca, az sayıda
da olsa, öyle insanlarla karşılaştım ki, “Yok
abi. Ben senin kadar olamam. Mutlaka sana kıyasla biraz daha ‘idare edici’ bir
tarafım var. Zaten bu kadar açık sözlü olmaya gerek de yok” diye
söylemişimdir.
Yeri gelmişken,
erkeklerin neden bekar arkadaşlarını evlendirmek istedikleri konusuna da açıklık
getirmek istiyorum. Bu, öyle uzun uzadıya açıklık getirilecek bir konu değil.
Çünkü çok basit bir sebebi var: KISKANÇLIK.
Neden mi?
Şimdi bir düşünelim. Siz
evlenmiş, çoluğa çocuğa karışmış, geçim derdi, onun okulu, diğerinin kreşi, bağımsızlığınızın
da en az % 90’ını kaybetmiş durumdasınız.
Oysa bizim Cem, ya da
Hüseyin öylemi?
İstediği saatte geliyor, istediği saatte gidiyor. “Yarın bir Bodrum, oradan da Köyceğiz yapayım” Dese bile hiçbir
engeli yok neredeyse. “Abi dün gece X barda
bir eğlendik, değme gitsin hani” Ve
daha biirr sürü…
Şimdi bu durumda, o
arkadaşınızın bir an önce o özgür yaşantısına son vermeyi istemek psikopatlık mıdır?
Onu da parkta çocuk
gezdirirken görmek sizi mutlu etmez mi?
Lütfen elinizi vicdanınıza koyun!
Bence erkekler bu yüzden
arkadaşlarının da evlenmesini isterler…
Bir diğer bilinmediğini
düşündüğüm konu da, hepimizin bildiği torun sevgisinin kökenidir.
Hep merak etmez miyiz
‘neden torunlar bu kadar çok sevilir’ diye. Ben bu konuyu bir gün kayınpederime sormuştum.
Aldığım yanıttan sonra epeyce bir süre toparlanamadım: “Torunlar, çocuklarımızın bize ettiklerini onlar da çocuklarımıza
yaptığı için çok sevilir” Yani, ebeveynin bir tür intikamını alma
durumuymuş…
Gelelim tamamen farklı bir konuya. Az önce
eve gelirken, belediye başkanının ‘kolunun biri havada, halkı selamlayan’
posterini gördüm billboardlarda.
Düşünmeden edemiyorum,
acaba kimse sormuyor mu “Aga bu nedir?
Neden dokuz senedir sürekli bizi selamlıyorsun? Hem de kamuya ait, kiralanarak
para getirmesi gereken billboardlarda?
Örneğin Londra’nın Borough
Of Hackney Belediyesinin başkanı, her yılbaşı, dini ve resmi bayramlarda,
anneler günü, sevgililer günü ve daha birçok özel ve tüzel günde kolunun birini
havaya kaldırıp poz veriyor mu billboardlarda?”
Peki, bundan kimse rahatsız olmuyorsa, bir tek
bana mı tuhaf geliyor? Eğer öyleyse tanrı beni neden bu ülkede dünyaya getirdi.
Daha aklı başında, daha düzeyli, herkesin kendini ve haddini bildiği, daha
görgülü bir ülkede doğsam ne olurdu sanki? Eline mi yapışırdı?
Şu an hayal edebiliyorum.
O posteri gören, o belediyenin meclis üyesi, başkanı ilk gördüğü yerde, “Başkanım yakışıyor inan ki sana. Kılıçdaroğlu’ndan
neyin eksik. O koltuğa sen çok daha fazla yakışırsın” diyecek. Bu vıcık vıcık
sözlerin ardından gelsin iş, ihale, büfe, encümen üyeliği, imar komisyonu üyeliği,
denetim komisyonu üyeliği, bütün yurtiçi ve yurtdışı gezileri.
Ve bir dönem sonra da
yeniden meclis üyeliği garanti…
Eğer gözüm varsa gözüm
çıksın. Ancak anlamakta zorlandığım şudur: Bu tür ezik, şahsiyetsiz, kişiliksiz
insanlar nerede, nasıl, hangi ortamda yetişiyor. Nasıl oluyor da, bu kadar her
ortamda, herkese karşı biat edebiliyorlar?
Acaba ülkeler düşman
işgaline uğradığı zaman, düşmanla hemencecik kol kola girebilen, işbirliği
yapabilen hainlerde mi bu tipler arasından çıkıyor?
Siyasette, bürokraside,
ticarette, yaşamın her alanında nedir bu ‘yaratıklardan’ çektiğimiz?
Kısaca bu ülke çoğu
zaman beni mutsuz ediyor arkadaşlar.
Biraz da siz mutsuz olun,
ne yapayım…
Böyle bir yazıyla 2013’e girmek ne
derece doğru bilemiyorum, ama oldu bir kere…
Ülke güllük gülistanlık da, ben mi içinizi
karartan şeyler yazıyorum?
Facebook yeni formatında sürekli sorup
duruyor: “Ne var, ne yok Ertuğrul. Neler
yapıyorsun Ertuğrul? Paylaş Ertuğrul”
Sonunda dayanamadım, yanıt yazdım:
“Ya vallahi bişey olduğu yok Face abi. Aynı tas, aynı hamam. Dedim ya, bıraktığın
yerde otluyoruz işte. Piyangodan büyük ikramiye filan da çıkmadı zaten. Sen en
iyisi beni tamamen geç allah aşkına...”
Yorum Yazma Kuralları
Lütfen yorum yaparken veya bir yorumu yanıtlarken aşağıda yer alan yorum yazma kurallarına dikkat ediniz.
Türkiye Cumhuriyeti yasalarına aykırı, suç veya suçluyu övme amaçlı yorumlar yapmayınız.
Küfür, argo, hakaret içerikli, nefret uyandıracak veya nefreti körükleyecek yorumlar yapmayınız.
Irkçı, cinsiyetçi, kişilik haklarını zedeleyen, taciz amaçlı veya saldırgan ifadeler kullanmayınız.
Türkçe imla kurallarına ve noktalama işaretlerine uygun cümleler kurmaya özen gösteriniz.
Yorumunuzu tamamı büyük harflerden oluşacak şekilde yazmayınız.
Gizli veya açık biçimde reklam, tanıtım amaçlı yorumlar yapmayınız.
Kendinizin veya bir başkasının kişisel bilgilerini paylaşmayınız.
Yorumlarınızın hukuki sorumluluğunu üstlendiğinizi, talep edilmesi halinde bilgilerinizin yetkili makamlarla paylaşılacağını unutmayınız.
Yorumlar
Kalan Karakter: