Çok okumak iyi bir şey mi?
Yayınlanma :
25.06.2012 02:07


Ve bir döneme ait anılar...Az önce, bir kitap daha bitirdim. Bu seferki tam 900 sayfa idi.
Düşünmeye başlayınca, taa ortaokul ve lise yılları geldi aklıma. O zamanlar da çok okurdum. Çünkü dersler için ayrıca evde çalışmam gerekmezdi. O yıllarda, evimizden ayrılmışız, üç dört çocuk bir ev tutmuş, okumaya başlamışız ilçede. Çünkü köyde ortaokul veya lise yok…
Yapacak fazlaca bir şey de yok okumak dışında. İyi ki de yokmuş zaten…
Elime geçen bir kitabı, romanı bir solukta okur, ancak bitirdikten sonra uyuyabilirdim. Hatta o yıllarda, Hasan İzzettin Dinamo’nun Savaş ve Açlar, arkasından da Öksüz Musa romanlarını okurken, arkadaşlarım bana takılır, “Yine okuyor musun Öksüz Musa” derlerdi…
Bazı insanlarda, her şeyi abartma alışkanlığı vardır. Spor yapıyorsa ölümüne yapar, bir işle uğraşıyorsa yine aynı. Galiba ben de de böyle bir alışkanlık var. Kitap okumuyorsam örneğin, aylarca, yıllarca okumam. Ancak bir kere başlamışsam, deli gibi okurum, bitirdikçe yenisini alırım elime. Bu, uzunca bir süre böyle devam eder. Ta ki, gündemimi değiştirecek, dikkatimi dağıtacak yeni bir konu çıkıncaya kadar!
Belki de doğru olan, her şeyi zamanında yapmak, çizgi roman okunması gereken yaşlarda, ‘Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’ (Friedrich Engels) kitabını o çocukluk yıllarda okumaya, anlamaya çalışmamaktı.
Ama o günün koşulları onu gerektiriyordu demek ki…
Bu ortaokul yıllarından bahsedince, son zamanlarda aklıma takılan bir şeyden de bahsetmek istiyorum sizlere.
Hani bilirsiniz, Türkler misafirperverliği ve yardımseverliği ile ünlüdür. Bu konuda ‘bir numara’ olduğumuzu düşünür, kimseye meydanı bırakmayız. Oysa şimdi düşünüyorum da, biz o kadar yıl kaldığımız Besni’de, ne bir gün bir yerli arkadaşın evine davet edildik, ne de bir gün “Yazıktır, bu çocukların anne-babaları yanlarında değil. Bari bir tas çorba verelim” diyen birine rastladık!
Tuhaf değil mi?
Keza aynı durum Ankara için de geçerliydi.
Altı yıl kaldım yurtlarda. Ailesi ile birlikte, orada yaşayan herhangi bir sınıf arkadaşımın ne bir gün evinde yemek yedim, ne de bir gün evini gördüm. Sadece bir arkadaşın, 3. sınıfta proje grubu çalışması yaparken, üç kişi bir gece evine gitmiştik. Arkadaşımız Neslihan Turan’ın evi, Pembe Köşk Sitesi’nde idi ve ‘katta dubleks’ bir evdi. Hatırlıyorum, çünkü ilk kez o zaman katta dubleks bir ev görmüştüm. Hatta salonda da kocaman bir piyano vardı. Abisi müzisyenmiş ve Viyana’da müzik eğitimi alıyormuş…
O ev, hasbelkader gördüğüm tek ev oldu. Birkaç yıl önce, Face’de karşılaştım Neslihan’la arkadaşlık gönderdim, kabul etti. Sonra bir ara farkettim ki, silmiş!
Ee, biz katta dubleksi ilk kez orada görmüşüz, o ise orada yaşıyor. Yirmi beş yıl sonra da hala sınıf atlamadığımızı, yerimizde saydığımı görünce, ne yapsaydı yani? Sizin anlayacağınız, o sınıf ayrımı sosyal paylaşım sitelerinde bile devam ediyor hala…
Öyle ki, bazılarına arkadaşlık teklifi göndermeye dahi cesaret edemiyorsunuz!
Buna neden çok şaşırdığıma ve size anlattığıma gelince, benim doğduğum ailede, sokaktan geçen insanlara bile bir şeyler verilmek istenirdi. Hele böyle yalnız, öğrenci, görevli, bekâr öğretmen vb insanlar hep başköşede misafir edilirdi.
Konu dağılacak birazcık, ama yaşam göstermiştir ki, görgü ya da yardımseverlik, çok farklı bir kavram, çok farklı bir yetişme tarzı ile ilgilidir. Ne gelir düzeyi, ne eğitim, ne de kültürle ilgili değildir. Hatta aynı aileden bile (bizim ailemiz dâhil) görgülü ve görgüsüz olmak üzere farklı insanlar çıkabilmektedir maalesef…
Çok da anlatmak istemiyorum, ancak ODTÜ’de okuduğumuz o yıllar da, artık 12 Eylül öncesinin ODTÜ’sü değildi. Tamamen marka düşkünü, kolejlerden gelen bir kuşağa dönüşmeye başlamıştı. Yani ’78 kuşağının deyimiyle ‘lümpen’ bir gençlik oluşmaya başlamıştı çoktan.
Elbette istisnalar hariç… (İstisnaların en başında da bizim Serdar Alparslan Nizamoğlu gelirdi!)
Anımsıyorum, Best Burger isimli bir kafe açılmıştı. Bu kafe, ilk özel işletmeydi okulda açılmış olan. Normal fakülte kantinlerinde örneğin şişe kola 50 kuruş iken, orada 150 kuruşa ‘pet bardakta’ veriliyordu. Ama yine de birçok öğrenci, özellikle de İdari Bilimler Fakültesi, o kafeden alırlardı kolayı ve ‘siyah gözlüklerle’ merdivenlere oturup kola içerlerdi. (Klip kızı görüntüleri o zamanlar başlamış demek ki!)
Yine bana tuhaf gelen bir olay anımsıyorum. Bir fikir vermesi açısından onu da anlatayım: Sanıyorum 1. sınıftaydım, kendime bir spor ayakkabısı almıştım. Stüdyodan (tasarım derslerinin yapıldığı çizim salonu) tam çıkmıştım ki, iki sınıf arkadaşım (adları bende saklı) koşarak arkamdan geldiler. “Bu spor ayakkabısı orijinal mi?” diye sordular. Anlayamamıştım. Bön bön baktığımı görünce, “Kaç paraya aldın?” dediler. Fiyatını söyledim. “Ooo, bu gerçek Nike değil yaa!” diyerek, büyük bir hayal kırıklığı ile geri döndüler!
Düşünün, bu olay ODTÜ Mimarlık Fakültesi’nde yaşandı!
Belki size garip gelmeyebilir bu durum. “Ne var ki bunda?” diyecek birileri de çıkabilir aranızda. Ancak bizim gibi, hayatında bırakın marka giymeyi, üstünde yazı olan bir tişört bile giymemeye, herhangi bir aksesuar, hatta kol saati bile kullanmamaya, oldukça sade giyinmeye özen gösteren bir kuşağın, buna şaşırmasından daha doğal bir şey olamaz!
Tamam, ODTÜ iyi bir okul olabilir. Ancak herkes de, dört dil bilen, Clark Gable taklidi yapacak kadar iyi İngilizce konuşan ve espri yeteneği ve zekâsına sahip, arkadaşlarına Dante’den İtalyanca dizeler okuyan, Üniversitemize ‘hocam’ sözcüğünü yerleştiren Sinan Cemgil değil ki!
Ya da, darağacına bile slogan atarak giden, “ "Ben ülkemin bağımsızlığı ve halkımın mutluluğu için bir defa ölüyorum. Sizler, bizi asanlar şerefsizliğinizle her gün öleceksiniz. Biz halkımızın hizmetindeyiz. Sizler Amerika'nın hizmetindesiniz. Yaşasın devrimciler! Kahrolsun faşizm!" diye bağıran Yusuf Aslan!
Adı geçen kişilerin kim olduğunu, bu gün bile bilmeyen ODTÜ’lüler olduğundan adım gibi eminim. Benim klasik deyimimle, “durum içler acısı”…
Son günlerde hep birlikte öğrendik ki, Kürşat Tüzmen’de ODTÜ’lüymüş ve solcu kemiği kırdığı için ‘kemikkıran’ diye bilinirmiş! Kırdığı kemikleri ne yaptığını, sizin gibi ben de merak ediyorum açıkçası!
Aslında ODTÜ’nün iyi bir okul olma şanı-şöhreti-itibarı ‘inek talebelerinden’ kaynaklanmıyordu. Memleket meselelerine duyarlı, bir erek uğruna gerektiğinde hayatını ortaya koyan yurtsever öğrencilerinden kaynaklanıyordu popülaritesi.
Yıllar geçmesine rağmen, hala haksızca ve hovardaca tüketmeye devam edilen işte bu mirastır…
Peki, ben size, neredeyse hiç ders çalışmadan ve hiç proje çizmeden, 4 (yazı ile dört) yılda mezun olan plancılardan bahsettim mi?
“Mesleği yeterince batırdın, sıra okula mı geldi” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Tamam sustum.
Irk ayrımının olduğu tarihsel devirlerde, insanlar rengine, uyruğuna vs göre ayrıma uğrarmış. Modern toplumda bu ayrım, burjuvazi eliyle, kapital gücüyle kendiliğinden oluşuyor. Örneğin, yaşam birimleri, semtler, siteler oluşturuluyor ve siz doğal olarak orada yaşayamayacağınız için bir tür ırk ayrımına uğruyorsunuz zaten. Hatta yemek yiyeceğiniz restoran bile bu şekilde kendiliğinden belirleniyor. Ne güzel değil mi? Kimse de bu durumda çıkıp, “Bu restoranın fiyatları insan haklarına aykırı. Burada gelir düzeyine göre bir ayrım yapılıyor” diyemez elbette…
Kısaca, sınıf ayrımı, aslında hayatın her alanında var… Kendi meslektaşlarımız arasında bile!
Gelelim yazının başlığı olan konuya.
Şunu bütün samimiyetimle söylemek isterim ki, okumak iyi bir şey değil.
Çünkü:
1-Ne kadar çok okursanız, o kadar cahil hissetmeye başlarsınız kendinizi. Belki de sırf bu yüzden, “Verecek neyim var ki duygusu oluşuyor insanda ve bu duygu yazı yazma isteksizliği yaratıyor. Okuduğunuz her yeni kitap, “daha ne kadar çok okumam gereken şey var” duygusu yaratmakta, dolayısıyla mutlu-mesut yaşarken, huzurunuzu bozmakta, sizi mutsuz kılmaktadır.
2- Dokuz yüz sayfalık bir kitabı bitirdiğinizde, hayatı boyunca, toplam dokuz yüz sayfa kitap okumamış olan insanlarla aynı yaşam ortamında olduğunuzu düşünüp, bu durumdan rahatsız olma ‘ukalalığına’ kapılabilirsiniz. Yani yine mutsuz ve huzursuz olursunuz. Ve dahi uyumsuz da olursunuz Allah korusun…
3- “Her şeyi biraz bilmek mi, yoksa bir şeyi tam olarak bilmek mi” çatışması yakanızı bırakmaz bir türlü. Düşünün çok iyi piyano çalan, ama onun dışında, dünyanın çevresinin kaç kilometre olduğunu bilmeyen bir insan olmak sizi sıkmaz mı?
Peki ya tersi bir durum? Yani her şeyi yarım yamalak bilip, hiçbir konuda otorite olamamak?
Yeri gelmişken bir konuya daha değinmeden geçmek istemiyorum.
Okuduğunuz her romanda, şiirde, baktığınız her resimde, heykelde görmektesiniz ki, bir eser yaratmak çok ciddi bir iş ve bu ciddi iş, sıradan insanların yapabileceği bir şey değil.
Bütün iyi eserler ve şaheserler, toplumda ‘aykırı’ hatta neredeyse ‘deli’ olarak tanımlanan insanlara ait.
Ünlü Rus edebiyatçısı Gogol bir manik-depresiftir, hatta son eseri ‘Ölü Canlar’ romanını bitiremeden ateşe atar ve hayatını bir tür intiharla noktalar.
Nazım bir aşk ve gönül insanıdır, âşık olmadığı zamanlar şiir yazamamaktadır.
Kulağını kesen ve şizofren olduğu sanılan Van Gogh’u bilmeyenimiz yok artık…
Sabah işine gidip akşam dönen, toplumsal standartlara ve etiğe uygun bir yaşam süren bir kimseden bir şaheser çıktığı görülmemiştir tarihte. Bir şeyler üretmek için yola çıkacaksak, bunları bilmekte yarar olduğunu düşünüyorum. Sıradan bir yaşamdan sıradışı bir yapıt çıkmıyor maalesef.
Elimde var olan ‘panik atakla‘ ne tür eserler yaratabileceğimi sordum üstatlara: “Bir köşe yazarlığından öteye gidemezsin” dediler.
Bu saatten sonra da nereden bulayım şizofreniyi!
Ama yine de Allahtan ümit kesilmez…
Yorum Yazma Kuralları
Lütfen yorum yaparken veya bir yorumu yanıtlarken aşağıda yer alan yorum yazma kurallarına dikkat ediniz.
Türkiye Cumhuriyeti yasalarına aykırı, suç veya suçluyu övme amaçlı yorumlar yapmayınız.
Küfür, argo, hakaret içerikli, nefret uyandıracak veya nefreti körükleyecek yorumlar yapmayınız.
Irkçı, cinsiyetçi, kişilik haklarını zedeleyen, taciz amaçlı veya saldırgan ifadeler kullanmayınız.
Türkçe imla kurallarına ve noktalama işaretlerine uygun cümleler kurmaya özen gösteriniz.
Yorumunuzu tamamı büyük harflerden oluşacak şekilde yazmayınız.
Gizli veya açık biçimde reklam, tanıtım amaçlı yorumlar yapmayınız.
Kendinizin veya bir başkasının kişisel bilgilerini paylaşmayınız.
Yorumlarınızın hukuki sorumluluğunu üstlendiğinizi, talep edilmesi halinde bilgilerinizin yetkili makamlarla paylaşılacağını unutmayınız.
Yorumlar
Kalan Karakter: