KKTC’deki 19 Ekim Cumhurbaşkanlığı seçimi önemli mesajlar taşıyor.
Bilindiği üzere, seçimin kaybedeni AKP’nin desteğine dayanan Ersin Tatar oldu.
Bu sonuç, sadece Türk siyaseti için değil, rakibine attığı farkın büyüklüğü ile seçimin galibi Tufan Erhürman için bile şaşırtıcı oldu.
Emekli büyükelçi Hasan Göğüş t24’teki köşesinde, Tatar-AKP ittifakının bu yenilgisinin ardındaki etkenleri şöyle özetlemiş:
AKP destekli Tatar iktidarının,
- Türkiye’den ithal taşıma “siyasal İslamcılık” ile (“Cübbeli Ahmet’in başını çektiği tarikat mensuplarıyla”),
- Türkiye’den taşıma enflasyonla,
- “Kıbrıs’ın mafyanın cirit attığı kara para aklama merkezi haline dönüşmesi”ne karşı
mücadele edememesi.
* * *
Bunlar, Türkiye’deki iktidarın Kuzey Kıbrıs’ın sosyal, ekonomik ve kültürel yaşamına biraz saygısız zorlamalar da içeren müdahale tarzından kaynaklanan sebepler.
Bir de Türkiye’nin dış politikasının görünümünden kaynaklanan güven yıpranması var gibi..
Ne demek istiyorum?
ABD, Dedeağaç’tan Girit’e kadar tepeden tırnağa silahlı üslerle çevrelemekle kalmadı. 2020’de Kıbrıs Rum yönetimine yönelik silah ambargosunu kaldırarak Türkiye karşıtı hamlelerini bir adım daha ilerletti. Bu yılın başında GKRY’ne silah satışına onay vermesi ile ada’da dengeler iyice çığırından çıktı.
KKTC’de, mütevazı yönetim binaları yerine saraylar inşa etmeyi “itibar” vesilesi sanan iktidar ve KKTC yönetimi, Doğu Akdeniz denkleminde Türkiye karşıtı bu gelişmeleri “kınamak” ile yetindi.
Ama hasımlar silah satış onayı ile yetinmedi, İsrail de Kıbrıs sürecine dahil oldu: Eylül’de, Güney Kıbrıs’a gelişmiş hava savunma sistemleri konuşlandırdı İsrail.
Savunma analisti Arda Mevlütoğlu’nun yorumuna göre “Bu radar İsrail’in istihbarat ağının merkezinde olacak ve Türk hava ve kara unsurlarını ciddi biçimde tehdit edecek”.
Bu uyarıdan 20 gün sonra da Ersin Tatar, “Rum tarafının savunmadan çok saldırı hazırlığı içinde olduğunu” belirttikten sonra şöyle devam eder: “Mari’deki Florakis Deniz üssü ile Baf’taki Andreas Papandreu Hava Üssü artık sadece Rum ordusuna değil, Amerikan, Fransız ve İsrail güçlerine de açık hale getirilmiştir. Kıbrıs’ın güneyi bölge dışı güçlerin adeta ileri karakoluna dönüşmüştür”.
Yani Kıbrıs adasındaki durum Türkiye ve Kıbrıs Türkleri için güvenli olmaktan çok uzak görünüyor. Peki “dosta güven, hasma korku veren” caydırıcılık hissedilebiliyor mu?
Askeri taktik ve strateji işleri biz fanileri aşıyor elbet. Ama yine de KKTC’de tahkimatı yükseltmek ve meselâ en azından ABD üzerinden İsrail için çalışan ülkemizde konuşlu Kürecik radarını kapatmak gibi fiili bazı karşılıklar da akla gelmez değil. Bu kadarcık bir caydırıcı etki bile gösterilemiyor.
İktidarın, deyim yerindeyse jeopolitik pasifizmi, KKTC yurttaşlarının kendilerini güvensiz hissetmelerine yol açmış, bu da 19 Ekim seçimindeki oy tercihlerini etkilemiş olabilir.
* * *
Ecevit-Erbakan, kısıtlı imkânlarla, Kıbrıs Türklerinin yaşam hakkını korumak için yaptılar Kıbrıs Barış Harekâtını.
Bugün de iktidarda kim olursa olsun, aynı sorumluluk garantör olarak Türkiye’ye ait.
Türk Devletleri Teşkilatı’nın Astana zirvesinde, “Büyük Türk ailesinin ayrılmaz bir parçası olan Kıbrıs Türkleriyle dayanışma içinde hareket etmek hepimizin yükümlülüğüdür” derken Erdoğan da elbette KKTC’nin uluslararası tanınırlığını sağlamak için çalışıyordu.
Bu, KKTC halkı için elbette kıymetliydi.
İyi de bu girişimin üzerinden daha iki yıl geçmişken, aynı Türk Devletleri Teşkilatı üyesi olan Özbekistan, Kazakistan ve Türkmenistan’ın KKTC’yi değil de Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni tanıma kararı almaları; Güney’e büyükelçi atamaları, KKTC’li kardeşlerimizin gözündeki Türkiye imajını nasıl etkilemiş olabilir?
* * *
Suriye’deki süreçleri izleyenler için inandırıcılığını yitirmekle beraber, iktidarın iç siyasette Suriye devlet başkanı Ahmet el Şara’nın “Türk hükümetinin sözünden çıkmadığı” algısı yaratmak istediği malum.
İyi de, Şara’nın KKTC’nin değil Kosova’nın bağımsızlığını tanıması, Türkiye’deki iktidarın etki gücü konusunda ne düşündürtebilir KKTC’li kardeşlerimize?
Gerçi Ahmet el Şara’nın kendisi, ABD-AB-İsrail üçlüsü nezdinde, hizmeti mukabilinde meşruiyet sağlamaya çalışan bir “devlet başkanı” değil mi? Kendisi muhtac-ı himmet durumdayken KKTC’yi tanısa ne olur, tanımasa ne olur diyebilirsiniz tabii ki.
Ama bunun; KKTC’nin garantörü olarak Türk iktidarının KKTC lehine bir etki gücü ortaya koyabildiğinin sembolik de olsa bir göstergesi olabilme ihtimali yok mu?
Bu gün, o bile sağlanamamış gibi.
Hasılı, ne Türk Devletleri Teşkilatında, ne de hatta Suriye’de KKTC’nin bağımsızlığını tanıtacak bir nüfuz, bir etki gücü gösterilebilmiş değil.
* * *
KKTC elbette bağımsız bir devlet olmalı; kendi kaderini kendi tayin edebilmeli.
Kıbrıs Türkleri bunu hak ediyor bence. Rum kesimi de buna müstehak ama seçim sonuçlarından Kıbrıslı Türkleri suçlamadan önce kendi gözümüzdeki merteği görme cesaretimiz olmalı.
Dışarıya tam bağımlı, Kıbrıs’a çöken İngiltere-AB-ABD’nin dövizine muhtaç bir ekonomiden kurtulup, kendi ayakları üzerinde durabilen bir ekonomiye geçmeden onların karşısında caydırıcı etki üretilebileceğini sanmak gerçekçi değil.
Yorumlar
Kalan Karakter: