Ülkemizde hukuk ve adalet kavramlarının çok tartışıldığı bugünlerde, benim olduğu gibi sizin de aklınıza bir sürü soru takılıyor olabilir. Bir tarafta; haksızlığa uğramış, haksız yere suçlanmış hatta cezaevine girmiş, eşitlik ilkesinden faydalanmamış, sığınacak adalet bulamamış bir dolu insan. Diğer tarafta; bir takım güçlerin ardına sığınmış, üçkağıtçı, dolandırıcı, tecavüzcü, dini kullanarak bir sürü ahlaksızlığa imza atan ve tüm bunları yaptığı halde hayatı güllük gülistanlık devam eden, elini kolunu sallayarak aramızda dolaşan bir dolu insan. Bu durum ilahi adalet kavramına olan inancımı sarsıyor elbette. Hatta adaletin ilahisine de dünyevi olanına da inancım kalmıyor.
Dünyevi adaleti geçtim hadi o artık birilerinin elinde de, peki ya şu ilahi adalet nerelerde… Haksızlık bu kadar hayatımızın içinde, her yerinde iken, nerelerde… Yoksa ilahi adalet dedikleri, sadece ezilenler kendilerini bir nebze de olsa rahat hissedebilsinler diye uydurulan bir yanılgı mıdır… Yoksa olmayan şeyin olmayanı mıdır… Erdemin, güzel ahlakın ve en önemlisi vicdanın sesidir midir ilahi adalet. Yoksa sadece bir Demet Akalın şarkısı mıdır…
Şöyle bir hikaye anlatılır bu konuyla ilgili;
Vaktiyle bir derviş, nefisle mücadele makamının sonuna gelir. Meşrebin usulünce bundan sonra her türlü süsten, gösterişten arınacak, varlıktan vazgeçecektir. Fakat iş yamalı bir hırka giymekten ibaret değildir. Her türlü görünür süslerden arınması gereklidir. Saç, sakal, bıyık, kaş; ne varsa hepsinden... Derviş, usule uygun hareket eder, soluğu berberde alır.
- Vur usturayı berber efendi, der.
Berber dervişin saçlarını kazımaya başlar. Derviş aynada kendini takip etmektedir. Başının sağ kısmı tamamen kazınmıştır. Berber tam diğer tarafa usturayı vuracakken, yağız mı yağız, bıçkın mı bıçkın bir kabadayı girer içeri. Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atarak:
- Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım, diye kükrer.
Dervişlik bu... Sövene dilsiz, vurana elsiz olmak gerek. Kaideyi bozmaz derviş. Ses çıkarmaz, usulca kalkar yerinden.
Berber mahcup, fakat korkmuştur. Ses çıkaramaz. Kabadayı koltuğa oturur, berber traşa başlar. Fakat küstah kabadayı tıraş esnasında da sürekli aşağılar dervişi, alay eder: "kabak aşağı, kabak yukarı." Nihayet traş biter, kabadayı dükkandan çıkar. Henüz birkaç metre gitmiştir ki, gemden boşanmış bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelir. Kabadayı şaşkınlıkla yol ortasında kalakalır. Derken, iki atın ortasına denge için yerleştirilmiş uzun sivri demir karnına dalıverir. Kabadayı oracığa yığılır, kalır. Ölmüştür. Görenler çığlığı basar. Berber ise şaşkın, bir manzaraya, bir dervişe bakar, gayri ihtiyarî sorar:
- Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?
Derviş mahzun, düşünceli cevap verir:
- Vallahi gücenmedim ona. Hakkımı da helal etmiştim. Gel gör ki kabağın bir sahibi var. O gücenmiş olmalı!..
Evet ben de; kötülük yapanın başına kötülük geldiğine de şahit oldum, yaptığı kötülük yanına kar kalanına da… Sanırım insanlarımız adalet ararken bile tembellik edip topu Tanrılara (yoksa Tanrılara demese miydim) atmıştır. Ne yazık ki adalet bekleyerek ömrümüz geçmiştir. Geçecektir.
Yine bir gün Kanunî Sultan Süleyman, sarayın bahçesinde armut ağaçlarını kurutan karıncaların telef edilmesi için Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi’ den aşağıdaki beyitle fetva istedi:
'dırahta ger ziyân etse karınca
zararı var mıdır ânı kırınca?'
yani; 'eğer ağaca karınca zarar verse, onu öldürmek caiz midir?' diye sordu.
Padişahın bu fetva talebi üzerine, Ebussuûd Efendi de şöyle bir beyitle cevap verdi:
'yarın hakk’ın dîvânına varınca
Süleyman’dan hakkın alır karınca!'
Bu ülke nasıl bu kadar acımasız bir yer haline geldi… Gel artık gel ilahi adalet. Ülke olarak gözümüz yollarda kaldı. Bizi kurtar. Öyle bir gel ki rezil rüsva et adaletin terazisini istediği tarafa düşüren zalimleri, sokağa çıkacak yüzleri kalmasın. Hayvanlara eziyet eden, insanlara durduk yere tecavüz eden, öldürenler bir an önce bedel ödemezse ve biz yüreği yananlar bunu görmezsek, yaşamak iyiden iyiye zorlamaya başlayacak.