İnsanlar yorgun… Güvenlerini kaybetmişler, enerjileri bitik bir şekilde güzel günlerin gelmesini bekliyorlar. Sürekli bir şeyleri beklemek zorunda olmak, hayatımızın mutlak sıkıntılarından biridir. Eğer maaşlı bir çalışansanız maaşınız banka hesabınıza yatırılır, ülkemizin mevcut koşulları düşünüldüğünde şanslı bir azınlıkta değilseniz, paranızı almadan önce uzunca bir süre bekletilmeniz kuvvetle muhtemeldir. Çocukların bir dilim ekmek uğruna dilendiği bir ülkede maaşınızı nihayetinde çekersiniz, evinize giderken neredeyse bir maaşınızı restoranda keyifle mideye indiren birtakım insanlar görüp, içinizden küfürler savurarak, derin bir nefes alıp yüzünüzü göklere çevirirsiniz -ki bu en güzel eylemdir. George Orwell’in dediği gibi yıldız gösterisi bedavadır, gözlerimizi kullanmak için paraya gerek yoktur ve eğer batan bir gemideyseniz batan gemileri düşünürsünüz.
Bazen de olmamaya yemin etmiş şeylerin, olmasını beklersiniz. Acılar içinde kıvranıyorsanız ölmeyi, karanlık gecelerde aydınlığı, terkedildiyseniz eğer gözyaşlarınızın dinmesini, samimi, içten bir özür dilenmesini, belki eski günlere dönmeyi, hak ettiğiniz değeri görmeyi beklersiniz, yalnızlığın bitmesini… Tutukluysanız eğer herkes için adaletin gelmesini beklersiniz… Bu böyle devam eder gider… İçimizdeki gücü bulmak böyle zamanlarda imkânsız olabilir. Kendi hayali ormanlarımızda yolumuzu kaybetmişçesine ne yöne gideceğimizi ne yapacağımızı bilmez bir durumda hissedebiliriz. İşte tam da bu kaybolmuş noktada, birilerinin bizi bulmasına izin vermek gerekir, deniz fenerlerini örnek göstermişti bir kitabında yazar Lamott “Deniz fenerleri adalarda oradan oraya koşturup kurtaracak gemi aramaz; tek yaptıkları öylece durup ışıldamaktır.” Işıldamak ama nasıl, dediğinizi duyar gibiyim. Bence değerlerle bezenmiş bir hayattır ışıldamak… Bilginin çok, bilgeliğin yok olduğu şu zamanda; bilen olmak yerine, hep öğrenen kalmayı başarmaktır. Sevgi, şefkat, adalet ile güzel ve anlamlı olabilecek günleri fark etmektir Işıldamak… Ortak değerlerle bezenmiş bir hayat öyküsü oluşturabilmek için bazı bedelleri ödeme cesareti gösterebilmektir…
Nasıl bedeller mi… İşte tıpkı bu anekdotta olduğu gibi..
“II. Dünya Savaşının en kanlı günlerinden biri yaşanmaktadır. Asker, en iyi arkadaşının az ilerde kanlar içinde yere düştüğünü görür. İnsanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı ateş yağmuru altındadırlar.
Tam siperden dışarı doğru bir hamle yapacağı sırada, başka bir arkadaşı onu omzundan tutarak tekrar içeri çeker;
“Delirdin mi sen? Gitmeye değer mi? Baksana delik deşik olmuş. Büyük bir ihtimalle ölmüştür. Artık onun için yapabileceğin bir şey yok. Boşuna kendi hayatını tehlikeye atma.”
Fakat asker onu dinlemez ve kendisini siperden dışarıya atar. İnanılması güç bir mucize gerçekleşir, asker o korkunç ateş yağmuru altında arkadaşına ulaşır. Onu sırtına alır ve koşa koşa geri döner. Birlikte siperin içine yuvarlanırlar. Ancak cesur asker yaralı arkadaşını kurtaramaz. Siperdeki diğer arkadaşı: “Sana, değmez demiştim.” der. “Hayatını boşu boşuna tehlikeye attın.”
“Değdi” der, gözleri dolarak, “değdi.”
“Nasıl değdi? Adam öldü görmüyor musun?”
“Yine de değdi. Çünkü yanına ulaştığımda henüz sağdı. Onun son sözlerini duymak, dünyalara bedeldi benim için.”
Ve hıçkırarak arkadaşının son sözlerini tekrarlar:
“Geleceğini biliyordum… Geleceğini biliyordum…”
Güzel günlere doğru doğru, ışıl ışıl bir yolculuk diliyorum hepimize…
Ayşegül Tezcan. onbeşeylülikibinyirmiiki