Merhaba sevgili okur… Bu satırları öfke ve duygusallık karışımı hislerle aktarıyorum sizlere. Beni anlarsınız, anlamazsınız bilemem... Çok da umursamam doğrusu!
Anlatmak istediklerim var; cevapsız sorularım, haykırmak istediklerim, yıllardır söylemekten vazgeçmediklerim ve yarın da söyleyeceklerim… Var da var. Bu coğrafyada ne bitiyor ki zaten acıya dair? Ne “var” tükeniyor, ne “yok” siliniyor; hepsi bir yara gibi kanıyor tam onlarca yıldır!
Ankara’da, Kürt sorununa dair “çözüm süreci” adı altında bir şeyler fısıldanıyor. Barış masaları kuruluyor, İmralı Adası’ndan yükselen sesler duyuluyor, Abdullah Öcalan’ı ziyaretler konuşuluyor, arkadan dönen dolaplara değinmiyor tabii kimse. Ve her zamanki gibi asıl acılar, hep olduğu gibi, göz ardı ediliyor. Üzerine incecik, kirli bir kumaş çekiliyor; en ufak rüzgârda uçup gidecek kadar zayıf, utançtan örülmüş bir kumaş.
Şimdi yüreğinizi elinize alın ve düşünün: Taybet İnan, 57 yaşında bir ana… 19 Aralık 2015’te, Şırnak Silopi’de, evinin sokağında keskin nişancı kurşunlarıyla vuruldu. 11 evladın annesiydi o! Bedeni, o soğuk Aralık sokağında yedi gün boyunca yerde kaldı. Yedi gün! Çatışmalar, sokağa çıkma yasakları… Kim gidip o anayı almak istese kurşunlandı! Düşünsenize, annenizin cansız bedeni, sokakta, buz gibi toprağın üzerinde, evlatlarının gözü önünde, tam yedi gün boyunca yatıyor!
Ya Cumartesi Anneleri? 1039 haftadır Galatasaray Meydanı’nda, evlatlarının kemiklerini arıyorlar. Kemiklerini! Düşünün, çocuğunuzun kokusuna hasretken, kemiklerini özlüyorsunuz. 27 Mayıs 1995’ten beri her cumartesi, Galatasaray Meydanına bir karanfil bırakılıyor; ama o karanfiller toprağa değil, acıya düşüyor, hasrete! Soğukta, yağmurda, cop altında haykırıyorlar: “Bari kemiklerini verin, oğluma sarılayım!” diye ağlıyor analar… “Failini bilsem yeter,” diye yalvaranlar! 1039 haftadır, her biri bir ömür gibi.
Peki, Ceylan Önkol desem size? Havan topuyla parçalanan o küçücük beden! Ya Cemile Çağırga? Evinin önünde oyun oynarken vurulan; cansız bedeni günlerce buzlukta bekleyen! Çünkü sokaklar ölüm kokuyordu.
Daha yüzlercesini sayarım size; her biri bir bıçak gibi saplanır yüreğinize.
Şimdi gözlerinizi kapatın ve hissedin: Anneniz katlediliyor... Sokakta, cansız bedeni günlerce öylece yatıyor. Almak isteseniz kurşunlar yağıyor üstünüze. Evladınız kayıp; bir iz, bir kemik dileniyorsunuz. Kemik! Bu kelime son nefes kadar acı! Ya da çocuğunuzun parçalanmış bedenini, havan topuyla lime lime olmuş etlerini eteğinizle topluyorsunuz. Faili meçhul diyorlar, ama o meçhul sizin yüreğinizi dağlıyor. Ceylan’dan, Cemile’den bahsediyorum; o masum çocuklardan, o anaların ciğerinden kopan parçalardan…
Bu coğrafya ne acılar gördü! Kadınlar, erkekler, gençler, yaşlılar, çocuklar, bebeler… Köyler yakıldı, analar evlatlarını toprağa değil, bilinmeze gömdüler. Diller susturuldu, kimlikler silindi. Halepçe’de zehir solundu, Dersim’de ağıtlar gökyüzünü deldi, Roboski’de kan yağdı. 90’larda sokak ortasında canlar uçup gitti, faili meçhul diye bir yalanla örtüldü her şey.
Ve şimdi biri, birileri yapmış planları çıkıp diyor ki: “Barışalım!”
Barış… Ne güzel kelime, değil mi? Ama bu barış, Taybet Ana’nın sokakta yatan bedenine bir battaniye örtmeden, o annelerin elini tutmadan, failleri bulmadan nasıl gelecek? Bir masada imza atıp “Unutun,” demekle mi silinecek bu gözyaşı? Kürt halkı acıyı iliklerinde hissetmişken, yaralarına “Geçti,” demek o anaların yüreğine hançer saplamak değil mi?
Barış dedikleri, bir annenin 1039 hafta evladının kemiklerini arayan çığlığını taşıyabilir mi?
Gerçek barış, vicdan ister. Taybet’in bedenine uzanacak bir el, Ceylan’ın parçalanmış etlerine ağlayacak bir gözyaşı, Cemile’nin buzluktaki cansız bedenine sarılacak bir yürek ister. Failler bulunmadan, acılar onarılmadan barış bomboş bir kelime değil mi?
Öldürdük sizi, pardon!
Katlettik, pardon!
Dilinizi hiçe saydık, pardon!
Ötekileştirdik sizi, pardon!
Evlerinizi yaktık, pardon!
Bomba yağdırdık üzerinize, pardon!
Yok saydık sizi kendi coğrafyanızda, pardon!
Toprağınıza göz diktik, pardon! Ve fakat, haydi artık barışalım. :)
Sahi bu kadar kolay mı?
Bence değil, üstelik kolay da olmamalı. Çünkü kolay barış, sahte bir mendil gibi; gözyaşını siler ama acıyı dindirmez. O mendil hiçbir ananın yüreğine değmez, hiçbir evladın kokusunu geri getirmez.