“Ağladığım gece yarısı… İnsanlığın garip sancısı,
Belki de biz öğrenmeliyiz… Belki de biz sevmemeliyiz…”
Seda Şener’in yorumladığı bu şarkıyla, tesadüfen kanallar arasında gezerken bir dizinin ayrılık sahnesinde karşılaştım… Sevmek sevilmek böylesine güzelken, neden “sevmemeliyiz” diye bir şarkı yapar insan diye düşündüm. Çünkü bize, yani genel olarak bizim jenerasyona; her ne kadar acılar içinde yanmak da olsa sevmenin en güzel duygu olduğu öğretilmişti. Hangisi doğruydu… Bu arada güzel, duygulu bir şarkı… Dinlemenizi tavsiye ederim…
Bu gibi şarkılarla, şiirlerle aşklarımızı yaşadık biz. “Seninle cehennem ödüldür bana, sensiz cennet bile sürgün sayılır.” şiarıyla çıktık hep sevda yollarına… “Ben sana mecburum, bilemezsin” diyen Attila İlhan’larımız vardı bizim, “Seni ne zaman uyurken hayal etsem, affediyorum.” naifliğinde seven Cemal Süreya’larımız vardı. “Dünyada hayatın bir tek manası varsa o da sevmektir. Hatta mukabele edilmesini bile beklemeden sadece sevmek.” Diyen Sabahattin Ali’miz… Sevgilisinden mektup beklerken “Oysa adını yazman yeter, görünce içim aydınlanıyor” diyen Ahmed Arif’imiz…Ve daha sayamadıklarım, satırlarımın yetmeyeceği nice koca yürekli adamlar ve incelikli kadınlar… Sanki şimdilere göre daha anlamlı, daha coşkulu ve derindi duygularımız. Anlam yüklediğimiz kişiler tarafından karşılık görmesek de, terk edilip aldatılsak bile hep değer verdik gönlümüzdeki sevdaya biz…
Peki şimdi ne oldu. Nasıl bir yara aldık da “sevmemeliyiz” noktasına geldik. O kadar karmaşık değil bu sorunun cevabı. İstediğimiz basit; açık, dürüst, özü sözü bir ilişkilerdi. Kendinden emin bir şekilde, aşkı en temiz haliyle yaşamak isterken, ne entrikalar çevirir, ne de oyunlar oynardık. Değer verirdik velhasıl… Sevdiğimizin bir gülüşüne neler feda etmezdik ki…
Peki şimdi nedir ilişkilere musallat olan bu sevgisizlik… Hayat mı yordu bizi, yaşadığımız düş kırıklıkları mı, nasıl bir erozyon alıp götürdü duygularımızı, nasıl bu kadar sevdalı olup bu kadar kılımızı kıpırdatamadık sevdiklerimiz için… Nasıl bu kadar içinde olup da dışında kalabildik güzelliklerin… Ne oldu da göremedik, duyamadık bizi gerçek seven yürekleri…
Ne oldu biliyor musunuz sevgili dostlar. Hakkını vermeyi unuttuk, ihmal ettik, zaman yerine bahaneler bulduk bize değer verenlere… Kırdık hiç düşünmeden, hep almak odaklı olduk belki de çoğumuz, kimimiz anlık zevklerin esiri olduk, kimimiz acımasızca davrandık bizi sevenlere, iyilik olsun diye(!) kötülük yaptık, çıkarımıza göre davranıp, kullanıp attık kimi zaman, sevgi sözlerinin muhasebesini tuttuk, sürekli yönetmeye çalıştık, bir insana hükmettiğimizde iktidar olacağımızı sandık… Ve sonunda “sevmemeliyiz” noktasına gelmemiz kaçınılmazdı elbette…
Şunu unutmamak gerekiyor; ne yollar bitiyor, ne işler, ne meşguliyetler… Oysa hayat kısa ve hakkını vererek yaşamak zahmetli bir iştir sevgili dostlar… O, kalp atışınızda olacak, içinize çektiğiniz her nefesinizde… Hayalinizde, düşünüzde, gerçeğinizde… Aldatmadan o’nu ve de kendinizi, kimsenin duygularıyla, gönlüyle oynamadan, güzel sözleri sakınmadan, hesap kitap yapmadan… Verdiğimiz sevginin avuçlarımızdaki sevgi olacağına inanarak, ilişkileri bir alış verişe, fiziksel önceliklere çevirmeden kalben yaşamak ve derinden… Öyle gördük biz öyle öğrendik… Ve de öyle yaşadık…
Gerçek sevginin, yoğun ve manevi derinliğini hissetmeniz dileği ile her şeye rağmen sevebilen yürekleri selamlıyorum…
Kalemine sağlık.Harikasın.Sevmek emek ister . insan da saygı göstermeli ve sevmeli.
Güzel yazmışsın Ayşegül hanım kaleminize sağlık