Çocukluk dönemi televizyonun henüz her eve girmediği, salondaki kanepeye uzanıp film izlemek gibi bir durumun söz konusu olmadığı zamanlarda yani 70'li yıllara denk gelenler son sinema kuşağı çocuklarıdır.
En uzak taşra kentlerinde bile mutlaka yazlık-kışlık bir kaç sinemasının olduğu zamanlar...
Çok uzak geçmişten siyah-beyaz film kareleri gibi anımsıyorum, yaz akşamları bahçe sinemalarında gıcırdayan tahta sandalyeleri, kış akşamları devasa sinema salonlardaki katlanır koltukları, balkonları locaları, gişelerde kuyrukları, matineleri suareleri, pazar günleri devamlı seans filmlerin gösterildiği zamanları...
Gerçekle düş arasında izlediğimiz filmlerdeki karakterlerle kendimizi çevremizdekileri özdeşleştirdiğimiz zamanlardı...
O zamanlarda hayatımıza girdi. Uzun boyu, yeşil gözleri, güzel gülüşüyle. öyle bir girişti ki bütün çocuklar, "Bizim aile"nin bir ferdi, "Hababam sınıfı"nın öğrencisi olmayı , genç kızlar "Ah nerede"nin Zeynep'i "Yalancı yarim"in Emine'si, "Mavi boncuk"un Emel'i olmayı düşler oldu. Yaşı yediyle yetmiş arasında değişen tüm kadınları kendine aşık etti. Erkekler başedemeyecekleri bu yakışıklıyı kıskandı...
Sonraki yıllarda "Maden"in Nurettin'i, "Sürü"nün Şivan'ı, "Kanal"ın Kaymakamı, "Yol"un Seyit Ali'si oldu. Emeği, adaleti, eşitliği, onurlu bir yaşam biçiminin var olabileceğini anlatmanın peşine düştü. Kadınlar onurlu duruşuna aşık oldu.
Önceleri yakışıklı erkeği tanımlamak için "Tarık Akan gibi" demek yetiyordu. Yıllar geçtikçe sinemadaki tartışılmaz başarısının yanında, eylemci tavrı, toplumsal olaylara duyarlılığı, hayatın içindeki duruşuyla ışık saçan bir aydın, bir yurtsever olarak toplumsal belleğimize yerleşti.
Sadece boyu bosu yeşil gözleriyle değil, yüreğiyle, beyniyle, haksızlıklar karşısında duruşuyla da kadın erkek herkesin sevgisini saygısını kazanan mahallenin en yakışıklı abisine dönüştü...
Sonra aniden gitti... "Öldü" dediler inanamadım...
Ölmesi gereken bu kadar yaratık bu dünyada gereksizce yer kaplayıp oksijen ziyan ederken, mahallenin en yakışıklı abisinin gidişi reva mıdır, değil midir hesabı bir yana...
O ne onurlu bir yürek, o ne büyük bir sevgiydi ki mahşeri bir kalabalıkla uğurlandı, binlerce kişi omuz verdi tabutuna... Kalabalık onu toprağa vermeye kıyamadı.
Ölüm haberinin ardından orda burda sosyal medyada ardından ağzı köpürerek küfreden klavye yobazlarına; "şarkılı türkülü şiirli alkışlı cenaze mi olur ateist kafir, cehenneme gidecek" vs diye ahkam kesip fetva verenlere "hastirin ordan" diyorum... "Cehennemi sizin gibi kıt beyinliler bu dünyaya taşıdı zaten, gidilecek başka cehennem yok!"
"Geçtiği yeri aydınlatan değerli bir aydını, yürekli bir dava adamını almaz sizin aklınız..."
Ülkenin tüm yurtseverlerini temsilen, İstanbul sel oldu, Teşvikiye Camii'ne, Zuhurat Baba Mezarlığı'na aktı...
Oraya gidenler, ücretsiz metrobüslere otobüslere binip köfte, döner, sucuk ekmek dağıtırlar da avantadan karnımızı doyururuz diye gitmediler.
Bir sanatçıyı, bir devrimciyi, duyarlı bir eylem adamını, kart postallarını biriktirip, gazetelerden dergilerden kestiği resimleriyle albümler yaptığı gençlik-çocukluk aşkını, kalbi de yüzü kadar güzel mahallenin en yakışıklı abisini uğurladı...
Ama; yaşarken geçtikleri yola ışık saçanlar ölümsüzdür...
Ardından "Benim güzel babam" diye anan üç evladı, Taş Okul'da 25 yıldır yetiştirdiği öğrencileri, yüz küsur filmi, belgeselleri, mücadelesini sürdürecek yoldaşları, ve çocuk yaşından beri onu kalbinde taşıyan bir ülke dolusu kadın varken; ki bu aşk bitmez.
Hiç Tarık Akan ölür mü?