Ülkemizde özellikle son otuz yıldır Kürt Sorunu, PKK ile özdeşleştirilip değerlendirılmektedir. Bunda egemen kültürün etkili şekilde yayılmasını sağlayan kitle iletişim araçlarının, yani medya organlarını besleyen, iç ve dış egemen güçlerin, bunu böyle istemesinin rolü önplandadır. “Yeni dünya düzeni” söyleminde, işçinin sendikal hakları yozlaştırılıp elinden alındıkça, taşeron vasıtasıyla köleliği andıran işçi çalıştırma yöntemleri genelleştirilmiştir. İşçilerin çalışma büroları aracılığıyla kirlanması, yasalarla geçerli kılınıp baskılanarak, yoksul kesimlerinin “ekonomik hak” talepleri artık toplum gündemine taşınamaz olmuştur. Bunun yerine “özgürlük” kisvesi altında etnisite, din ve mezhep ayrışmaları, kadın cinayetleri, göçmen sorunları, sahillere vuran cesetler üzerinden, emperyalist sistem, kendi yarattığı ve beslediği dıramatik sorunlarla, toplum gündemini, işgal ederek herkesin kaderine şükretmesi vurgusunu öne çıkarmaktadır. Aynı şekilde köylülüğü toprağından koparıp şehir varoşlarına mahküm ederek, yarattığı “her işi yapar”, lünpen, niteliksiz işsiz ordularıyla, çalışan kesim üzerinde yaratılan baskıyla, “asgari ücret” adı altında verilen kölelik ücretine, düzenini sürdürmek uğruna insanları mahkum ve mecbur etmektedir.
Hali-hazırda işçilerin ta 1963 yılndan beri kazandıkları kıdem tazminatı hakkını, işçilerin elinden almaktadır. Oysa, kıdem tazminatı denen, işçinin bir aylık hakları kadar meblağı, işverenler her yil karlarından düşerek, karşılık ayırıp, dolayısıyla o kadar eksik vergi ödeyerek bütçelerinde fon olarak tutmaktadırlar. Siyasi iktidar gasp edilen bu ekonomik hakları topluma unutturmak ve konuşturmamak için her türlü baskıyı polis ve jandarma aracılığıyla uygulamaktadır. Dikkat edinyapılan her türlü, gençlik, kadın, memur vb kitle gösterileri su ve gaz bombardumanıyla sindirilip yasaklanmaktadır. Aynı şekilde ekonomik olarak gelir dağılımındaki adeletsizlik ve yoksullaşmayla açlığa mahkum toplum kesimleri, isteklerini, ne demokratik kitle örgütleri aracılığıyla, ne de siyasi partiler aracılığıyla bir türlü tartışıp gündem konusu yapamamaktadırlar. Artık bu yoksullaşma süreci toplum kesimlerini öylesine rahatsız edecek boyuta ulaşmış ki; Türkiye’nin en büyük Holdingi’nin yöneticisi sermayedarlara seslenerek “gelin bu durumu düzeltelim, yoksa birleri bize rağmen gelip zorla düzeltir” diyerek, konunun ne kadar acil olduğuna vurgu yapmaktadır.
Peki gelir dağılımının yarattığı, zengini daha zengin yoksulu daha perişan eden bu sistemi tartışamıyıp çözüm geliştiremiyoruz da, ülkemizin yine en önemli sorunu olan “terör” ya da “bölünme” sorunununda ne yapıyoruz?
Ne yazık ki; bu konuda da ayni çaresizlik gündemdedir. Oslo görüşmeleri dahil edildiğinde yaklaşık sekiz yıllık bir çözüm süreci, muhatapların bir birlerine karşı gerçek amaçlarını gizliyerek Türkiye halkını oyalamayı başarmışlardır. AKP hükümeti 7 haziran seçimleri sonrası oy yitirmesini bu “çözüm süreci”ne bağladığından, konuyu derhal “teörle mücadele” boyutuna taşımıştır. PKK için de farklı bir gelişme, ayrışmayı zorunlu kılmıştır. Şöyle ki; PKK kurlduğu günden, 1999 yılında yaptığı 7. Kongresine kadar “sömürge teorisi” olarak adlandırılan “Kürdistan’ın” Türkiye, İran, Irak ve Suriye tarafından işgal edildiğini ileri sürüp, yürüttüğü mücadeleyi bir “kurtuluş savaşı” veya “Büyük Kürdistan” mücadelesi olarak, dört ulusa karşı yürütüyordu. Ancak belirttiğim gibi 7. Kongresine bizzat A. Öcalan tarafından sunulan tebliğe göre artık bu anti-sömürge söyleminden vaz geçip sorunu “oligarşik yapıya karşı” bir “demokratikleşme” söyleme oturtmak gerektiği noktasında, mücadele yürütmekteydiler. Bu demokratikleşme süreci denen süreç zaman içinde Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na bağlı olarak “özerklik” şeklinde netleşmiştir. Ancak Suriye’deki gelişmeler sonucu, PKK’nin en zayif olduğu Suriye kolu YPG/PYD’nin bölgede “kanton” kazanımları, ister istemez mücadele yöntemni değiştirmek zorunda bıraktı. Bu somut gelişmeler ABD’nin de bölgede iştahını iyice arttırmış ve PKK ile ilşkileri daha da somutlaşmıştır. Bu gün AKP ile ABD arasında yaşanan sürtüşmenin temelinde bunu aramak gerekir.
Bugün “hendek savaşı” olarak adlandırılan çatışma ortamı PKK’nin Suriye’deki gibi “kanton” yaratmak amacıyla yaptığı savaştır. Bu süreçle birlikte artık çelişkiler ve politikalar çok belirginleşmiştir.
Türk ve Kürt halkı üzerinden körüklenen ayrışma politikaları seçimler sürecinde yeni beklentiler yaratmıştır. Türkiye’de gerek Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, gerekse HDP’nin barajı aştığı 7 Haziran seçim sürecinde sorunun barışçı yöntemlerle yürütüleceği umudunu çok arttırmıştır. Ancak HDP’nin buna niyetli olmaması, PKK politikalarına arka çıkması, her şeyden önce silahlı çatışma yerine demokratik siyasi mücadeleyi savunmayışı, hem siyasi olarak itibarını kaybetmiş hem de özellikle Kürtlerde derin bir hayal kırıklığı yaratmıştır.
CHP’nin; sorunu mecliste çözelim söylemi, “tezleri” bilinmediğiden itibar görmemekte. Ayrıca TBMM’de en büyük parti olan AKP’nin politikası uygulamada ve “terörü bitirme” üzerinedir. HDP’nin çizgileri açık PKK’nın politikalarına arka çıkmaktadır. Sorunun temel çözümü; PKK’nın tezlerine karşı, birlik temelinde “Belçika Modeli” dahil, her türlü sorunun tartışılacağı demokratik ortama ihtiyaç olduğu açıktır. Bu vurguyla birlikte, PKK’nın silah bırakmayacağı bilinse dahi, çağrı yinelenerek, Kürt sorunu ile PKK sorununun farklı olduğu anlatılmalı.