Yeni dünya düzeni, yani Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla beraber, sosyalist sistemdeki gerileme, dünya emperyalist sistemine, toplumların mücadele sloganları olan, “hak” ve “özgürlük” kavramlarıyla “darbe karşıtlığı”yla mücadele kavramlarını kullanma şansı sağladı. Bu sözcükleri kendi ilkeleri haline getirdiler. İki kutuplu dünyada Ulus devletlerin devrimci mücadelelerini bastırmak için askeri darbeleri organize ediyorken, günümüzde, toplumları bölüp parçalamak için, etnik ve dini ayrılıkları alabildiğine kullanmaktadırlar. Geçmişte kendilerinin organize ettikleri askeri darbeleri devrimcilerin benimsedikleri yanılması yaratıp, halkın darbe karşıtı tavrını kullanıp “sivil” kisve ile uygulamaya koydukları her türlü antidemokratik yöntemi, seçilmişler yaptı diye meşru göstermektedirler. Basındaki sözcüleri, kalemşörleri, televizyon bülbülleri, geçmiş kötülüklerin tümünü askeri darbelere yıkarak, bugünün zorbalıklarını “standardı yüksek demokrasi” olarak benimsetmeye çalışıyorlar. Çünkü her türlü kitle iletişim araçları ellerinde, oy çokluğunun demokrasinin tek meşru ilkesi sayıp azınlıktaki insanların haklarını korumanın, düşüncelerine saygı duymanın, demokrasinin olmazsa olmazı olduğunu, unutturdular. Sürekli telaffuz ettikleri “darbe” söylemlerine rağmen askeri darbe döneminde yürürlüğe giren % 10 seçim barajı, üniversitelerin bağlı olduğu YÖK Kanunu gibi bir çırpıda akla gelecek hiçbir kanunun değişmesini, ne o çok demokrat geçinen iktidar, ne de geçmişte kendilerini “aydın”, “solcu“, “demokrat” gören besleme kesim akıllarına getirmemektedirler.
Benim bu yazıyı yazmama neden olan gelişme; Kiziroğlu Davut Bey’in azledilmesi üzerine Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun bunu 28 Şubat “darbesi”ne benzetmesi olmuştur. Öncelikle ülkemizde hangi darbeler oldu? Toplum nasıl etkilendi ve kimler yaptı? Bu “darbe” ticareti neden bu kadar ilgi görüyor? Bizler geçmişimizde demokrasiden bihaberdik de, bundan mı “yeni” standardı yüksek demokrasiyi anlamıyoruz?
Benim bildiğim ülkemizdeki ilk “darbe” dedikleri, 27 Mayıs 1960 ihtilali olarak yakın tarihimizde yer alan ihtilaldir. Bu ihtilali ordu içinde bazı subaylar örgütlenerek gerçekleştirdiler. Yani yalnız siyasi iktidara bir başkaldırı değil, kendi emir komuta zincirinde de tasfiyeler yaparak gerçekleştirdiler. Yaptıkları Anayasa Türkiye’nin gördüğü yakın tarihimizde de görme şansının bir daha olabileceğini sanmadığım en özgürlükçü ve en demokratik anayasasıydı. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 müdahaleleri askeri komuta zinciri içinde gerçekleşmiş müdahaleler olup, her iki müdahale de ABD’nin desteği ve himayesinde olmuştur. 27 Mayıs İhtilalinin dış destek konusunda bir bilgiye sahip değilim.
Gelelim 28 Şubat’a; değerli okuyucular, bu sürece gelirken siyasi durumu kısa da olsa özetlemek gerekir. Doğruyol Partisi İle Refah Partisi bir koalisyon hükümeti kurmak üzere anlaştılar. Ancak; öncesinde basına yansıyan boyutuyla “Başbakanlık” dönüşümlü olacaktı. Yani bir yıl Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan Başbakan olacak, bir yıl da, Doğruyol Partisi Genel Başkanı Tansu Çiller Başbakan olacaktı. Erbakan’ın başbakanlığı döneminde, laiklik konusunda yaşanan olumsuzluklar, toplumda ciddi tepkilere neden olmaktaydı. Özellikle bir ramazan günü, Başbakanlık konutunda tüm dini cemaatlerin liderlerine iftar yemeği vermesi tepkileri zirveye çıkardı. Tavizler bugünkü gibi yol olmamıştı. Toplumsal duyarlılıklar yüksekti. Bir kişi gider kendi kesesinden devlete ait mekanların dışında “iftar yemeği” elbette verebilir. Bakın bu gün Cumhurbaşkanlığı köşkünde sırayla 30 gün iftar yemekleri düzenleniyor. Yani konu alabildiğine sulanmış durumda.
İşte o dönem, laikliğe aykırı uygulamalar ayyuka çıkınca, ülkenin eğitim politikasının yeniden gözden geçirilmesi gerektiği, laikliğe halel gelmeyecek şekilde alınması gereken tedbirler Milli Güvenlik Kurulu’nda belirlendi. Yayınlanan bildiride ve alınan kararlarda Necmettin Erbakan’ın ve Tansu Çiller’in de imzaları vardı. Bu bildiri gerici çevrelerde çok tartışma yarattı.
Necmettin Erbakan’ının bir yılı dolunca Tansu Çiller ile anlaştıkları gibi istifa etti. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel anayasa gereği meclis içinde hükümeti kurmak üzere bir milletvekilini görevlendirmesi gerekiyordu. Ancak Tansu Çiller görev beklerken O, Mesut Yılmaz’a görev verdi. Mesut Yılmaz da Hükümeti kurdu, kurduğu hükümet mecliste güvenoyu aldı. Bunun hukuka ve anayasaya hiçbir aykırılığı yok. Peki, bunun “darbe” olarak sakız gibi ağızlarda çiğnenmesinin nedeni ne?
Çünkü Milli Güvenlik Bildirisi sonucu Türkiye’nin eğitim politikasının yeniden düzenlenmesi gündeme geldi. Tayyip Erdoğan’ın bugün sayılarının 900 bin olduğu imam hatipli sayısı, eğitimin 8+3 olarak düzenlenmesi sonucu bu sayının 90 bine düştüğünü 15 sene geçmesine rağmen hala unutamıyor. İşte bu durum 28 Şubat’ı gerici çevrelerin dilinden bir türlü düşürmedi.
Bu duruma bizler darbe dersek, Davutoğlu’nun azledilmesi de 28 Şubat gibiymiş anlaşılır. Oysa bu resmen anayasayı ihlaldir. Başbakanlık görevinde bulunan şahıs olarak kendisine karşı yapılanı hoş görebilecek düzeyde anayasayı savunamayacak bir başbakandır. Bundan ülkeyi savunmayı beklemek mümkün mü?