İnsanın, çevresinden, ne yaparsa yapsın alkış alması, onun hesabına iyi mi, kötü mü bilmem.
Erdoğan, Trump’ın rezil mektubunu “çöpe atınca” da alkışlanabiliyor, onu sahibine “takdim” edince de.. Her durumda “tarih yapıyor”, “destan yazıyor” olmak kaç kula nasiptir..
Son ABD gezisinin “Oval Ofis” bölümü de alkışçıları tarafından öyle okundu tabii..
Erdoğan’ı dinledikten sonra bile senatör Cruz’ın hâlâ “Kürt müttefiklerimize saldırı kabul edilemez” demesine bakılırsa, PKK-YPG terör örgütü ile ABD ortaklığının değişmediği açık. Yani Barış Pınarı’nda plânlanan 444 km’lik genişlemeyi unut, orada kal diyor ABD.
Ama olsun, kendini “.. Erdoğansız .. bir hiç ..” olarak tanımlayan anlayışa göre, Oval Ofis’te de “tarihi” mesajlar verildi, “destan yazıldı”(!)
“Soykırım” ve S-400’le ilgili CAATSA yaptırım tasarılarının Senato’da şimdilik gündeme alınmaması da ABD’nin, Erdoğan’a zaman tanıması.. Cruz’ın, Oval Ofis çıkışında, “Türkiye, S-400’le devam ettiği sürece F-35 satmayacağımızı net şekilde Erdoğan’a söyledim” demesi tam da bu.
ABD açısından esas mesele, Rusya ile jeopolitik bilek güreşinde, NATO’da Türkiye gibi önemli bir üyesi üzerinden çatlak yaratılmasının önüne geçmekmiş gibi görünüyor. Türkiye üzerinden Rusya ile rekabet yani. Erdoğan’ın adını vermediği senatörlerden birinin Erdoğan’a “Rusya mı size düşman, ABD mi?” diye sorması da ABD siyasi elitinin bu temel meselesinin tezahürü.
Dünya silah pazarında ABD-Rusya rekabetinin NATO üyelerine kadar sirayet etmesinden duyduğu hoşnutsuzluk da buna dair..
Elbet egemen bir devlet olarak Türkiye’nin, gereksinim ve imkânlarına en uygun silah, araç ve gereçleri nereden temin edeceğine ABD değil Türkiye karar verecek.
Ama dış şoklara, ABD hakimiyetindeki finansal kanalların destek veya kösteğine karşı son derece hassas bir ekonomi zemininde oturan Türkiye için bu kolay değil.
Onun için, Trump’ın, “ekonominizi mahvetmek” tehdidini haksız, hadsiz ve terbiyesiz bulsak da, “yok hükmünde” saymak zor.
Nitekim, Erdoğancı medyada da itiraf edildiği gibi, ABD’ye “..bu ziyaret aynı zamanda Türkiye’nin ekonomi güvenliğine zarar verecek ekonomi dışı konuların çözümüne yönelik bir ekonomi güvenliği diplomasisi..” oluyor.
Bu son ABD gezisi, AKP ekonomi yönetimine biraz süre kazandırmış da oldu yani.
Rusya ile yakın ilişki ve S400 nedeniyle, ekonomik tahrip gücü yüksek ABD yaptırımlarının bir süre askıya alınabilmiş olması da, şayet gerçek bir kazanç sayılırsa, bir nefeslik süre verdi.
Ne kadar süre ve ne koşulla? Bunun kokusu ihtimal yakın zamanda çıkmaya başlayacak.
S400-F35 ve Suriye meselesi salt ABD ile ilişkili bir problem alanı değil. PKK-PYD’yi değil fakat HTŞ kadar ÖSO’yu da terörist sayan bir Rusya ayağı da var bunun. ABD’nin çekildiği alanları hızla dolduran Rusya-Suriye koalisyonu ile, İdlib’te olduğu gibi, Fırat’ın doğusunda da baş başayız adeta.
Rusya, ABD gibi küstah ve saygısız değil. söylemlerinde kimseyi (ABD’yi bile) -kamuoyu önünde posta koyar gibi külhanbeyi ağzıyla- rencide etmemeye özenli; hiçbir tarafın hakkına hukukuna saygısız değil.
Ama kendi hakkı, hukuku, stratejisi konusunda da tavizsiz ve ABD’ninki kadar yüksek teknolojiye dayanan sert güce sahip.
Stratejisini rayından çıkaracak durumlara izin vermeme gücüne yani..
Meselâ İdlib Mutabakatı’nda Erdoğan, verdiği -2018 sonuna kadar M4 ve M5 karayolunu açacağına dair- bir taahhüdü yerine getiremedi. Bu taahhüdünün son kullanma tarihinden 9 ay sonra, Ağustos 2019’da Mehmetçik çok riskli bir duruma düşürüldü. Suriye ordusunun M-5’in güney ucundaki Han Şeyhun’u almak üzere başlattığı harekat sırasında, bölgedeki bir askeri konvoyumuzun, konvoyda yer alan bir silahlı muhalefet grubuna (Feylak el Şam’a) ait aracın havadan vurulmasıyla durdurulması ve TSK’nin Morek Gözlem Noktası’nın kuşatılması.. Neyse ki, TSK’nin Suriye ordusuyla doğrudan çatışmaya girmesi, Rus askeri polisinin, Suriye ordusu ile Gözlem noktamızın arasına girmesiyle önlenmiş oldu.
Bu olay, Rusya ile yakınlığın hem güvenilir bir yanına, hem de riskine işaret ediyor.
Erdoğan’ın, ABD ve Rusya arasında, birini diğerine karşı kullanarak gerçek kapasitemizi aşan “destansı” sonuçlar üretebildiğine inanan çevreler yok mu? Var.
Oysa Arap sokağında Erdoğan’ın, çıktığı yüksek bir ağacın tepesinden geri inebilmek için Trump’ın ve Putin’in uzatacağı merdivene ihtiyaç duyan çocuğa benzetilmesi, gerçeği daha doğru anlatıyor gibi..
* * *
Kendini “.. Erdoğansız .. bir hiç ..” olarak tanımlayan çevre, Patriot yerine S400, F35 yerine Su35 almayı “tam bağımsızlık” diye alkışlayabilir; savunma sanayimizin, herhalde Rusya ve ABD dahil, tüm dünyanın korktuğu ve kıskandığı bir “yerli millilik” sergilediğine inanabilir.
Ama Demirel’in 2004’te, “Geçmişten Geleceğe Türk Bilim ve Teknoloji Politikaları” konulu toplantıda yaptığı şu kadim tespiti ciddiye almalarını naçizane önerebilirim: “.. dünyada 200 memleket var. .. 15-20 tanesi teknoloji üreten ve üretebilecek olan ülkelerdir. Gerisi teknoloji alma durumundadır. Teknoloji alan ülkeler, teknoloji kolonileridir; yani teknoloji üretip satan ülkelerin kolonisidir, müstemlekesidir. ..”
Yetkin bir mühendisin devlet tecrübesiyle harmanlanmış tespiti keskin mi olmuş? Yanlış mı?
Bizim ekonomimiz hangi kategoride?
“Teknoloji alan ülkeler” liginde mi, “teknoloji üretip satan ülkeler” liginde mi?
Gerçi yarattığı işsizlik faciası, ekonomimizin bırak teknoloji üreten nitelikli istihdam gücünü, basit istihdam bile yaratamayan çapsızlığı bunun cevabını kestirmeden veriyor. Ama, 6. Türk Tıp Dünyası Kurultayı’nda Erdoğan da, örneğin “yerli ilaç, aşı ve cihaz üretimi” üzerinden bir cevap veriyor. Bu üretim alanı, Erdoğan’ın ifadesiyle, “adı yerli kendisi yine dışa bağımlı..”!
Savunma sanayimize yönelik yaratılmaya çalışılan algı da sorgulanmaya muhtaç..
Erdoğan sık sık söyler: “.. savunma sanayinde Türkiye, bugün yerli ve milli olarak ihtiyacının yüzde 70’ini karşılar hale geldi. Bunu karşılarken ihracatımız, savunma sanayinde 2,5 milyar dolara yükselmiş vaziyette. ..”!
Sanayi, tarım ve tabii savunma sanayinin, teknoloji üreten ülkelerden ithalata bağımlılığı ne kadar azsa o kadar iyi tabii.
İyi de bu “yüzde 70” nasıl ölçülüyor?
Mesela Tank Palet fabrikası bu “yüzde 70”in(!) neresinde?
Türk ordusunun envanterindeki tank, top, tüfek, gemi, uçak, füze vs. tüm donanımların kilogram olarak yüzde 70’i mi, adet olarak yüzde 70’i mi, neyin yüzde 70’i “yerli milli”?
Ya da, meselâ Pakistan’a ihracı, ABD -ithal motoru nedeniyle- izin vermeyince sekteye uğrayan “yerli milli” helikopterin yüzde 70’i mi?
Helikopterin yerli ve ithal parçalarını, Arşimed usulü suya sokup, taşırdıkları suyun (fiziksel hacimlerinin) oranlarını mı konuşuyorlar, yoksa bileşenlerinin piyasa DEĞERİNİ mi?
Bir helikopterin kuru gövdesi, koltukları, elbet motor, aktarma organları, elektronik ve optik donanımlarından çok daha fazla su taşırabilir de, DEĞER olarak da öyle mi?
Yani “2,5 milyar” ihracatın yüzde 70’i (1,75 milyarı) bize ait de, sadece 0,75 milyarı mı ithal?
Savunma sanayi üretiminin, dünya piyasalarındaki DEĞERLER ölçütüne göre yüzde kaçı teknoloji üreten ülkelere döviz borcu? Yüzde kaçı kendi ilmimizin, mühendisimizin, işçimizin ve öz sermayemizin?
Yani AKP’nin her “yerli milli” diye övündüğü şey öyle olmayabiliyor.
İçinde bulunduğumuz gerçekliği, “Teknoloji alan ülkeler” liginden “teknoloji üretip satan ülkeler” ligine geçiş yönünde değiştirmek istiyorsak, yukarıdakine benzer soruların cevaplarını şeffaf bir şekilde ortaya koymak; mevcut gerçekle yüzleşme cesareti göstermek zorundayız.
Oysa, lâfa gelince mangalda kül bırakmıyorlar. Ama yüzleşecek cesaret bile yok.
Herkesin anlayabileceği,yabancı sözcüklere boğmadan yalın bir anlatım.Gerçekleri yazma cesaretinizden ötürü sizi kutluyorum.