Resmi söylemlerde Atatürk’ü anmaktan kaçınmak, “yüz yıllık parantez” gibi söylemler ve zaman zaman “şeriat isterük” vb. gibi söylemlerle görünür olan Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığı, son 20 küsur yılda mı ortaya çıktı, yoksa daha uzun bir geçmişe dayanan siyasi ve sosyo-ekonomik çıkar mücadelelerinin günümüzdeki uzantısı mı?
Bu yazı, bu sorunun cevabını aramaya yönelik naçizane bir tahlil denemesidir.
* * *
Cumhuriyet’in kuruluş süreci içinde bulunmuş olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Panorama eserinde, ülkemizin pek çok insan manzarası incelenir.
Bir tanesi de Cumhuriyet’in Osmanlı’dan devir aldığı prekapitalist arkaik sosyal sınıf yapısını yansıtan “Tahincizade Hacı Emin Efendi”:
Büyük toprak sahibi. Ayrıca “filan yerin köylüleri aleyhine talep edilen haciz..”lerini takip eden avukatların da sahibi.
Bu “.. Hacı Emin Efendi, Şapka Kanunu çıktığı günden beri evinden dışarıya ayak atmıyordu. Bu yaşa kadar .. her devre uymuş; hattâ işgal zamanında düşmanla hoş geçinmesini bilmiş, fakat iş, baştan fes çıkarmaya dayanınca, birden bütün sabır ve tahammülü taşıvermişti”
Yani, Emin Efendilerin, saltanatı yıkan önderlere karşı nefret duygusu, şapka kanunu ile öfke patlamasına dönüşüyor.
Ama öfkesini o an için bastıracak, rövanşı uygun zaman ve zemine bırakacak kadar tecrübeli bu “Emin Efendi”: “.. Düşman atıldıktan sonra .. ne etti, ne eyledi, ilk giren askerlerimize lokma, helva dağıttı. Subay ve komutanları evine misafir aldı ve bu işin içinden tertemiz çıkıverdi. ..” (YKK, Panorama, s. 41–43)
Böylesi bir sınıfsal sezgi ve taktik kıvraklık karşısında şapka (veya fes) çıkarılır doğrusu.
Günümüzün “Fesli Kadir” nesli ile illiyet bağı sezilmiyor mu?
* * *
Ordumuzun Sakarya’nın doğusuna geri çekilmesini fırsat sayıp TBMM kürsüsünden seslerini yükselterek Mustafa Kemal’den kurtulmayı; onun siyasi gücünü elinden almayı deneyen muhaliflerinin kafalarının ardındaki dürtü ne kadar “Hacı Emin Efendi”nin sınıfsal sezgilerini taşıyordu bilinmez.
Ama kesin olan şu ki, bu girişimlerin akabinde ordumuzun Sakarya zaferi, onların heveslerini kursaklarında bıraktı. Mustafa Kemal’in otoritesi karşısında eğilmek zorunda kaldılar.
Hele bir yıl sonra; 26 Ağustos büyük taarruz, 30 Ağustos büyük zafer ve on gün sonra, 9 Eylül 1922 düşmanın İzmir’de denize dökülüşü otoriteyi iyice pekiştirir. Siyasal güç uzunca bir süre fiilen ve moral olarak Mustafa Kemal’indir artık.
Evet “uzunca bir süre”!. Ama nereye kadar?
* * *
Günümüzün siyasetçisinin, ülkesini tamamen dışa bağımlı hale getirdiği halde, “bağımsız” olduğunu iddia edebildiğini bugün herkes bilir.
Yine herkes bilir ki Atatürk, “bir devletin maliyesi bağımsızlıktan yoksun olunca, .. bütün hayati kısımlarında bağımsızlık felç olmuştur” dediğinde bu, nesnel bilgiye, deneyim ve gözleme dayanan ve içini yakan gerçek kanaatidir. Ve yine biliriz ki, Atatürk’ün “.. iktisadi zaferler..” hedefi ve planlama çalışması kesinlikle vardır.
Nitekim, Cumhuriyet’in kurucu kurmaylar kuşağı, önce 1927 Teşvik-i Sanayi Kanunu ile özel sektörü cömertçe teşviklerle sanayi yatırımlarına yönlendirmeyi umdular.
Ne zaman ki yerli burjuvazinin bu hayati görevi yerine getiremeyeceğini gördüler işte o zaman ve o nedenle devletin kendisi planlı sanayileşmeye başladı.
1930’larda başlayıp 1946’ya kadar, özel kesimi güçlendirici tedbirlerle birlikte yürütülen birinci ve ikinci sanayi planlarına bir makro plandan ziyade bir sektör planı, sanayi sektörü planı da denebilir.
Ama iş tarım-toprak sektöründeki toplumsal ve ekonomik ilkelliği aşmaya gelince TBMM’de Atatürk’e ve kurucu Kemalist kesime karşı kazan kaynamaya başlar.
Sakarya ve büyük taarruzla tartışılamaz olan siyasi otoritenin altının kurnazca oyulmaya başlandığı çizgi toprak meselesidir.
* * *
Bir parantez: Özgür üretmen köylü memlekette yok ki, TBMM’de olsun. Köylü var da hür üretmen olarak değil, maraba, yarıcı, amele olarak var. Siyaset üretilen yerde ne var peki? Doğuda toprak ağaları, batıda büyük toprak sahipleri ve büyük tüccarlar, yani Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Panaromasındaki “Hacı Emin Efendiler” var.
Hacı Emin ile oğlu Tahir Bey arasındaki bir konuşmaya dikkat çekmek isterim. Tahir Bey babasına sızlanıyor: “İrfan .. Ankara’dan bugün dönmüş. Şu kooperatif işinden yakayı sıyırmanın imkânı olmadığını söylüyor ..”. Hacı Emin: “.. ‘Sakın ha!..’ diye bağırdı. ‘Öyle şey olmaz!.. Bunun başına da sen geçmelisin. Bugüne bugün Fırka’nın reisi sensin. Tayyare Cemiyeti’nin reisi sensin. Buna da senin reislik etmen gerekir!..’ ..”
Fırka? “Hacı Emin” çocukları, Atatürk’ün partisinde yer edinmeye başlamışlar demek!
Bu sınıfsal sezgi ve taktik kıvraklık karşısında gel de şapka (veya fes) çıkarma(!)
Parantezi kapatıyorum, TBMM’deki toprak meselesi konuşmalarına dönüyorum.
1936’da Atatürk, “Toprak kanununun bir neticeye varmasını Kamutayın yüksek himmetinden beklerim” demekle kalmaz, gerekli istimlak kanunlarına kadar hukuki alt yapısını da oluşturur.
Bugünden bakınca, bununla ilgili olarak 1937’den 1945’e kadarki sürecin, “Hacı Eminler”in önce sürüncemeye sokup sonra olmamışa çevirmenin taktik süreci olduğu anlaşılıyor:
1936’dan bir yıl sonra; 1937’de kurulan Celal Bayar hükümeti, bu yasa taslağını “bir an evvel” TBMM’ye sunulmak üzere programına alır. Ama o “bir an evvel” bir türlü gelmez.
Nitekim Atatürk’ün 1936’da başlattığı reform süreci, ölümünden 7 yıl, Bayar’ın “bir an evvel”inden 8 yıl sonra; ancak 1945’te bir “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu” tasarısı olarak gelir TBMM’ye.
Peki tasarının havale edildiği komisyondaki siyasiler kim? “Hacı Emin” mahdumları; ülkenin büyük toprak sahipleri!
İş olacağına varır: Kanun tasarısını Çiftçiyi Topraklandırma değil Topraklandırmama şekline dönüştürülür.
1946’da CHP’den ayrılıp Demokrat Parti’yi kuranlar arasındadır o komisyonun üyeleri. Bir komisyon üyesi Adnan Menderes’tir. Ve Atatürk ve İnönü’yü sevdiği pek söylenemez.
Atatürk’ün Toprak Kanunu sürecini başlattığı 1936 Kasım’ından daha 4 ay geçmişken (1937 Mart) patlayan Seyit Rıza isyanının da toprak meselesinden bağımsız olduğu iddia edilebilir mi?
* * *
Hasılı Atatürk’le ve Cumhuriyet’le travma derecesinde sorunlu “Fesli Kadir”gillerin kökeni “Hacı Emin Efendi ve Mahdumları”na kadar uzanır.
Kent topraklarının rantına dayanan mevcut iktidar ve tarikatlar birliği de o kadim sosyal koalisyonun günümüzdeki cisimlenişi. Dolayısıyla Atatürk ve Cumhuriyet ile hayli derin bir sorun yaşamaları şaşırtıcı değil.
Bu yönetimin yok ettiği sanayiyi yeniden kuracak bir sanayileşmeyi ve kentsel-kırsal toprak sorununu toplumun çıkarına çözmeyi başaracak bir siyasi iradeyi hakim kılamadığımız sürece, ne bağımsızlığımızı sağlayabiliriz ne de Atatürk’ün aziz hatırası karşısında mahcubiyetten kurtulabiliriz.
Aziz Atatürk’ün anısı önünde derin saygı, minnet ve maalesef mahcubiyet duygusuyla eğiliyorum.