24 Ocak; birisi Uğur Mumcu’nun alçakça katlinin, diğeri tüm Türkiye’nin ekonomik bağımsızlık ve hakça kalkınma planının aymazca yok edilişinin yıl dönümü.
Bu yazı ağırlıklı olarak ikincisine dair.
* * *
MIT’de hoca olan bir iktisatçı (O. Balanchard), enflasyonu, toplum kesimleri arasında bir “milli gelir bölüşüm kavgası” olarak tanımlıyor.
“Benim alanım ekonomi” iddiasındaki Erdoğan da milletin sırtından, bu tezin deneysel kanıtını sunuyor.
Bir dolu ülkenin merkez bankası faiz artırırken bizimkisi, 2021 Eylül’den beri faiz düşürmeyi deniyor, döviz de fırlıyor. Bizim sanayi ve tarım üretiminin girdileri ithalata yani dövize bağımlı olduğu için, her alandaki üretimin maliyeti de fırlıyor haliyle.
Bizim yoksulumuz açlık sınırının, orta hallimiz yoksulluk sınırının altına doğru savrulurken, gelir kayıpları buharlaşmadı tabii. Bir yandan araç geçiş ve hasta yatış garantili KÖİ “yatırımları” için yapılan dış borçların garantili ödemelerine; diğer yandan bankaların, büyük şirketlerin ve rantiyelerin fahiş kazançlarına dönüştü. Sermayenin ve emeğin milli gelirden aldığı pay 2016’da birbirine (yüzde 41-yüzde 40 gibi) yakınken, bugün sermayenin payı yüzde 55’e çıktı, emeğin payı yüzde 26’ya indi.
Enflasyonun bizdeki “milli gelir bölüşüm kavgası” böyle bir sonuç vermiş.
İktisatçılar, gelir dağılımında, bütçe açığı ve iç borçlanmanın etkin rolüne işaret ediyorlar.
Meselâ yüzde 70’e yakını dünyanın en adaletsiz vergisi olan dolaylı vergilerden oluşan bütçeden, 2022 Nisan rakamıyla ana paradan bile yüksek (1 trilyon 700 milyar lirayı aşkın) bir iç borç faiz ödemesi ve KKM’ın yarım trilyon liraya yaklaşan maliyeti vb. gibi cinliklerle yapılan servet transferine bakılınca iktidarın sınıfsal tercihi açıkça görünüyor.
* * *
Bir de cari açık meselemiz var ki, bu bütçe açığından apayrı bir mesele.
Cari açık, Profesör E. Yeldan hocanın bir ifadesiyle “bir ülkenin döviz açığı..” veya “dış açık”. Ülke ekonomisinin bir bütün olarak çapına veya çapsızlığına; yatırım-üretim için dışa bağımlılığa veya bağımsızlığa işaret eden açık.
“İhracatta rekorlar” söylemiyle (ithalatı asla ağzına almadan ama), kendini Atatürk dönemiyle kıyaslamayı pek seven AKP yönetimi, tarihimizde dış açıksız yani cari açıksız tek dönemin 1930-1946 arası olduğu gerçeğini hiç anmıyor nedense(!)
Oysa, İkinci Abdülhamit’in “düyun-u umumiye” denen iflas anlaşmasını da içeren Tanzimat Dönemi Osmanlı tarihinden alın, en az 200 küsur yıllık tarihimizde dış ticaret fazlası ve cari fazla verebildiğimiz; ödeme dengesi krizi yaşamadan borçları da tıkır tıkır ödeyebildiğimiz yegâne dönemimiz Cumhuriyetimizin 1930-1946 arasındaki dönemi oldu.
Peki ne oldu 1946’dan sonra?
O dönemde ülke siyaset ve ekonomisine dair kararları yönlendirebilecek etki gücüne ulaşmış olan (ve sonradan Demokrat Parti olarak kurumsal kimlik kazanan) sosyal sınıflarımız, kapitalist alemin ağalık tahtına geçen ABD’ye, “bizi de Marshal Planı kapsamına alın” talebiyle başvurdu.
1948’de kabul. 1949’da, Max Weston Thornburg nam “danışmanın”, bize, “çelik, kimya, uçak motoru, gübre, kâğıt sanayisi, büyük enerji yatırımları ..” gibi işlerin bizim için fazla iddialı olduğunu vazeden raporu kondu önümüze. (Rapor başlığı: “Turkey, an Economic Appraisal”-Türkiye, bir Ekonomik Değerlendirme)
Bunun gereği derhal yapıldı: Atatürk döneminin planlı sanayileşme stratejisi rafa kalktı. Sanayileşme de Planlama kavramı da unutuldu!.
Türkiye, Cumhuriyet döneminin ilk “sarı öküzünü” o gün verdi.
Sonrasında ekonomimizin burnu “cari açıktan” ve ödemeler dengesi krizlerinden çıkamadı. Thornburg raporundan 10 yıl sonra, Demokrat Parti hükümeti, Cumhuriyet tarihimizin ilk dış borç yapılandırmasını, ABD’nin dikte ettiği koşullarla kabul etmek zorunda kaldı.
* * *
1960’tan itibaren Planlama kavramını yeniden hatırladı Türkiye. Bu ABD-Batı cenahında hoşnutsuzluk yaratmadı, ta ki cari açıksız kalkınmayı, Atatürk dönemi stratejisini yeniden gündemimize sokan IV. Beş Yıllık Kalkınma Planı’na kadar.
IV. Plan (1979-1983) Kapağı.
ABD-Batı’lı “müttefiklerin” değişmeyen bir refleksi de şu: Biz ne zaman yatırım ve ara malları ithalatında dışa bağımlılığımızı azaltacak, cari açıksız büyümeye dönük bir planlama “cüretini”(!) göstersek kollarını bunu engellemek için sıvıyor.
İlginçtir, bunun için hemen pek “bilimsel”(!) raporlarla bizi “aydınlatıyorlar”(!)
Nitekim, Atatürk dönemi planlı sanayileşme hedeflerinden vazgeçirme girişimine nasıl Thornburg raporu eşlik ettiyse, Ecevit hükümetinin IV. BYKP’nı engelleme girişimlerine de Sherman Robinson-Kemal Derviş raporu eşlik etti.
Bu rapor, önce Batılı alacaklıları tatmin edecek kadar okkalı “gerçek bir devalüasyon” yapmamızı; dışarının yatırım ve ara mallarını ithal etmeye mecbur bir montaj sanayisiyle; yani “hafif imalat sektörlerine, tarıma ve hizmetlere dayanan ihracat artışı” ile yetinmemizi öğütledi(!) Sonra da, tıpkı Thornburg raporu gibi bir parmak salladı: IV.BYKP ile “Türkiye(nin) sermaye malları ve kimyasallar, ana metal gibi ara malları sektörlerinde yoğun ithal ikame yatırımları tasarlıyor (olması) .. gerçekçi olamayacak kadar ihtiraslı bir hedeftir”.
Yukarıda kapak resmini gördüğünüz raporun dediklerini de aynen yaparak, Batı’nın o günlerde uygulamaya koyduğu neoliberal sermaye birikim rejiminin “iliştirilmiş ekonomisi” olmaya razı geldi Türkiye.
“Benekli öküzü” de verdik böylece.
IV.BYKP vizyonunun alternatifi olarak Batı’nın bize dayattığı, “24 Ocak 1980 İstikrar Kararları” idi.
IV. Plan değil, o yürürlüğe girdi.
Lâkin kentli köylü emekçilerin, gönüllü olarak kabul etmesi mümkün olmayan bu “kemer sıkma” tedbirleri ancak ceberrut bir baskı ile mümkündü.
Onu da, ABD istihbaratının “bizim çocuklar” diye tanımladığı 12 Eylül 1980 darbecileri, yani aşağıda fotoğrafı görünen Kenan Evren cuntası yerine getirdi.
Sonrası?
O günden bugüne, planlama ve sanayileşmenin fikri de cismi de tekrar unutuldu Türkiye’de.
Aklımızı başımıza alıp yeniden hatırlamamız ve uygulamamız dileği ile, “24 Ocak İstikrar Kararları”nı lânetle anıyorum.
Enerjimizi, Atatürk’ün ve IV.BYKP’nın bağımsız iktisat ruhuna uygun bir gelecek tasarımını yeniden diriltecek bir siyasi irade yaratmaya yöneltebilmeyi diliyorum.
Seçim kapıya dayanmışken elbet var gücümüzle kazanmak için çalışacağız-çalışıyoruz; ama aklımızın bir ucunda da bu mutlaka bulunmalı derim naçizane.
* * *
Yılmaz bağımsız Türkiye savunucusu, yılmaz Cumhuriyetçi ve Atatürkçü, “fikri takip” kavramını bizlere öğreten, 1993 Yılı 24 Ocağında hain bir suikast sonucu öldürülen büyük ustayı, Uğur Mumcu’yu saygı, minnet ve özlemle anıyorum.
Yolu, yolumuzdur.
Eline sağlık.