Öyle görünüyor ki iktidar, 19 Mart Vakası ile, aşırı öfkeli güç gösterileriyle göz dağı veriyor.
Vakaya Erdoğan şu yorumu getiriyor: “.. muhalefet tarafı gerek diploma meselesinde, gerekse yolsuzluk hırsızlık meselesinde yargının ortaya koyduğu iddialara cevap veremiyorlar ..”.
Ceza hukuku hocası Prof. Dr. İzzet Özgenç ise, o iddialar için bakın ne diyor:
- “İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ve ilgili sair kişiler hakkında yapılan adli soruşturma, hukuk zemininde yürütülmemektedir” (Yani hukuksuzdur)
- “Söz konusu soruşturmada, .. suç işlenmiş olup olmadığının tespiti amacından ziyade, işlendiği kabul edilen suçlar konusunda kamunun ikna edilmesini sağlamak amacına yönelik bir yöntem izlenmektedir” (Yani adamına göre suç icadı)
- “İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’nün diploma iptaline ilişkin kararının hukuka aykırılığı, izahtan varestedir” (Yani hukuksuzdur)
Bence de “yargının ortaya koyduğu iddiaların” hukukla, etikle bir ilgisi yok.
Ama bu yazının amacı, o iddiaların boşluğunu gösteren emareler değil. Yazıldı, yazılıyor da.
* * *
Yazı, iktidar zümresinin öfke krizinin ardındaki dürtüyü anlama çabasıdır. Öyle aşırı bir kaygı bozukluğu yaşıyor ki, kendi ekonomi politikalarıyla yoksullaşan insanlarımız anayasal ifade ve protesto hakkını kullanınca iktidarın ölçüsüz öfke patlamalarına maruz kalıyor.
Öfke kontrolünü nasıl kaybetmesin! İktidar değiştiğinde soruşturmaya konu ne çok dosya olacak? Meselâ CHP Büyükşehir belediyelerinin ilgili makamlara suç duyurusu olarak sunduğu, fakat üstü örtülen dosyalar bile kaygı eşiğini çok yükseltmeye yeter sanırım.
İç politikalardan başka, dış politikada da ülkeyi çıkmaza soktuğu gelişmeler var. Bunların tartışılır olması da iktidar açısından bir korku ve endişe konusu sanırım.
Bir yanda ülkeyi götürdüğü çıkmazlar, bir yanda da içeride yaratmaya çalışılan “güçlü lider”, “dünya lideri” vb. gibi algıların Erdoğan destekçisi pek çok yurttaşın gözünde bile zedelenme ihtimali.
İşte iç politika malzemesi yapılan dış politika “efsanelerinden”(!) birkaç örnek:
* * *
Meselâ iktidar zümresinin, Colani ile gösterişli birliktelik görüntüleri ile “Suriye bizden sorulur” duygusuna yükseldiği Suriye’de, SDG ve Colani’nin 10 Mart’ta imzaladığı “anlaşmayı” iktidar nasıl sunuyordu, gerçeklik ne oldu?
İktidar yanlısı Yeni Şafak’ın buna dair haberinin başlığı “YPG teslim oldu: Abdi Şahin ile Ahmed Şara anlaşmayı imzaladı” şeklindeydi. Aynı gazetenin bir jeopolitika analisti de bunu “Terörist YPG/SDG’nin teslim olması/biat etmesi” şeklinde yorumladı.
Peki sahadaki gerçeklik öyle miydi?
14 Mart’ta Dışişleri Bakanı Fidan’ın şu sözü anlaşmanın Türkiye için risk barındırdığını ima ediyordu: “İyi niyetle imzalanmış bir anlaşma varsa gereği yapılsın. Ama birtakım orada, sorunlar, ileriye döşenmiş mayınlar olabilir. ..”
Haklıydı. Çünkü biz PKK-YPG terör örgütüne karşı sınıra yığınak yaparken Suriye’deki ABD güçleri de PKK-YPG teröristleriyle ortak askeri tatbikat düzenledi. Üstelik, ABD’nin Birleşik Ortak Görev Gücü, sosyal medya hesabından şöyle küstah bir mesaj yolladı: “Suriyeli ortak kuvvetlerimiz (yani SDG-bn) her zaman harekete geçmeye hazırdır, canlı atış tatbikatları sırasında koordinasyon ve ateş gücü sanatında ustalaşmaktadır”
Yani “SDG bir yere gitmiş değil, arkasında CENTCOM var!” diyor. Sizce mesaj kime?
Nitekim TSK himayesindeki SMO’nun, Fırat nehri üzerinde Tişrin barajı ve Karakuzak köprüsü’nde, ABD’nin vekil gücü PKK-PYD-SDG teröristleri ile 12 Aralık’tan beri süren çatışmalar hâlâ iktidarın umduğu sonuca varmadı. Yani, Fidan’ın Riyad’ta “feshedildiğini açıklamalı” dediği SDG’nin (PKK-PYD) kendini feshettiği falan yok.
* * *
Mesela Milli Savunma Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de üs kuracağına dair İsrail kaynaklı haberleri yalanlamış olsa da İsrail oralı olmadı..
Türkiye’nin üs kuracağını iddia ettiği T4 hava üssü ile Palmira askeri hava alanlarını dümdüz etti. İsrail resmi ağzı bunu Türkiye’ye mesaj gibi gösteriyor. Ama gerçek şu ki bu bahaneyle neredeyse tüm Suriye hava sahasını “uçuşa yasak bölge” haline getirdi.
Tabii ABD+Fransa+İngiltere’nin desteği ve Rusya’nın zımnen göz yumması sayesinde.
Yani iktidar ne kadar ülke kamuoyunda, Suriye için “Türkiye, sahadaki her gelişmeye hakimdir” algısına oynasa da, durum öyle görünmüyor.
Colani, Filistin kasabı İsrail’in ve Gazze’yi Filistinlilerden arındırma projesinin müellifi Trump’ın baskıları ile çoktan beyaz bayrağı çekmiş; Suriye’de İsrail’in tutsağına dönüşmüş. AKP iktidarı sessiz; çünkü içeride Colani’nin hamisiymiş havasında.
Dış aktörlere karşı bu gerçek kabullenilmiş gibi. Hakan Fidan, Brüksel’de, “Türkiye’nin İsrail ile Suriye’de bir çatışma içine girmek istemediğini” söylemekle kalmamış, Colani’yi de İsrail’in kucağına terk etmek zorunda kalmış adeta: “Eğer yeni Şam yönetimi, İsrail ile ‘bazı anlayışlarını’ geliştirmek isterse bu onların kararı olur, biz buna karışmayız”.
Özetle Suriye’de bir çıkmaz var adeta. Muhtemel senaryoların bizim için belki de en kötüsü ile karşı karşıyayız sanki: Bölünen bir Suriye’de sadece PYD-YPG terör örgütü ile değil İsrail ile de komşu olma riski!
* * *
Meselâ ABD, beş yıldır Kıbrıs’ta Türkiye karşıtı hamleler ortaya koyuyor. En son geçen yıl Güney Kıbrıs ile “İkili Savunma İşbirliği Yol Haritası” anlaşması imzaladı.
AKP’li iktidar zümresi, ABD’nin hamlelerine, “müttefikliğe yakışmıyor” tonunda sitemkâr kınama açıklamalarıyla yetindi. Kıbrıs’ta, göstermelik de olsa, meselâ caydırıcılık adına bir askeri tatbikat mesajı da göremedik. Gösteremedi.
Caydırıcı bir etki ortaya koyamadıkça Kıbrıs’ta da gelecekte riskler artacak gibi görünüyor.
Nitekim, Rauf Denktaş’ın danışmanlarından Sabahattin İsmail’in X hesabından öğreniyoruz ki, şimdi de Güney Kıbrıs’ta, Türkiye’ye karşı savaşmayı amaçlayan sözde “Devrimci Özgürlük Savaşçıları” adlı bir örgüt kurulmuş. Bunun ABD, İngiltere, Fransa ve hatta İsrail’in bilgisi, ilgisi ve gizli veya açık desteği dışında olmayacağı açık.
Bu arada, KKTC’yi tanımaktan çekinen Türkmenistan, Kazakistan ve Özbekistan’ın Güney Kıbrıs’ta büyükelçilik açtıklarını da not edelim.
Bu, AKP iktidarının etkisinin; kurucularından olduğumuz Türk Devletleri Teşkilatı’nda yok olduğuna, Kıbrıs sorununda ise en azından zayıfladığına işaret ediyor.
Bu meseleleri iktidar ne kamuoyunda, ne TBMM’de şeffaflıkla konuşabiliyor.
Ama yakında, geçim sıkıntısı gibi, Suriye ve Kıbrıs da kaçınılmaz olarak güncel tartışma konusu olacak. Ve ekonomide seçmenler üzerinde ikna gücünü nasıl yitirmişse dış politika alanında da hızlı bir güven kaybı yaşayacak.
Suriye’yle, Kıbrıs’la ve Mavi Vatanla ilgili tüm kifayetsizliklerin yaygın olarak konuşulur olma ihtimali, iktidarda kaygı bozukluğunu yükselten, öfke kontrolünü kaybettiren bir faktör.
****
Seçmenlerin gözünde en derin ve en yaygın güven yitimini kuşkusuz ekonomi alanında yaşıyor iktidar zümresi. Kendi sebep olduğu ekonomik yıkımla..
Çok sağ iktidarlar gördük. Ama AKP iktidarı gibi, ekonominin nimetlerini bu kadar pervasızca yerli-yabancı büyük sermayeye, rantiyeye yağdıran, fakat ağır külfetini bu kadar hunharca, bu kadar pişkinlikle halka yükleyenini görmedik.
Çalışan, okuyan gençleri, ana babalarını, çalışanı, emekliyi meydanlara çeken ana meselemiz.
İktidar zümresinin toplumdan ne kadar koptuğunun son göstergelerinden biri herhalde “Emeklinin bayram ikramiyesini 3 binden 4 bine çıkardık. Daha ne olsun?” söylemi.
Öyle ki bu tür söylemlerin ne kadar gurur kırıcı, güven kırıcı olduğunun farkına bile varamıyorlar.
Belki de bu psikoloji, anayasal haklarını kullanarak meydanlara çıkan yurttaşlara ve onların çoğunlukla seçtiği belediyelere karşı ölçüsüz mali ve fiziki öfke ve şiddete dönüşüyor.
* * *
İşleri eline yüzüne bulaştırıp, bilinmemesi için de üste çıkıp bağırıp çağıran tipler var ya, iktidar zümresinin hali de öyle.
Bu durumda ne demeli?
Getir seçim sandığımı, sen de kurtul, biz de kurtulalım!
Ülke içi siyasetimiz , Kıbrıs ve Suriye gündemine ilişkin güncel bir özet olmuş. Teşekkürler