Birkaç yıl önceki “çözüm süreci” yapılmaması gereken vahim bir hataydı.
Sadece bu vahim hata bile Anayasa değişikliklerine “hayır” demem için bir neden..
Ama o süreci “Kandil’de olanlarla beraber” yürüten iktidar, “hayır” diyenlere karşı, şimdi, “Kandil’de olanlarla beraber hareket edenler” diye suçluyor.
Peki iktidar bugün PKK terör örgütüyle savaşmıyor mu Savaşıyor doğru.
Ama bedel daha ağır oluyor. O “çözüm süreci” olmasaydı ödeyecek olduğumuz bedelden çok daha ağır.
Bir bakan (B. Atalay), biz vatandaşlarına, “Çözüm süreci dediğimizin özü şu; terör bitecek, silah bırakılacak” diye pembe bir sunum yaparken, sahada işler öylemiydi Bundan bir yıl sonra, 13 polis ve 16 askerimizin şehit olduğu Iğdır ve Dağlıca saldırısı ile çok acı bir biçimde kanıtlandı ki, öyle değildi. Erdoğan desin “.. Çözüm süreci’ni bunlar (‘Kandilde olanlar”-bn) .. kendileri için silah stoklama süreci olarak değerlendirdiler .. daha sonra anladık ki bu süreç içinde bunlar bunu yaptılar”
Demek ki, o günlerde PKK “silah stoklama” yapıyormuş.. Ve bugün, iktidar gücünü tek elde toplayacak bir anayasa değişikliği isteyenler, böylesine vahim bir gelişmeyi görememiş, ancak “daha sonra anla..”mış…
Çoktan istifalarını gerektiren bu aymazlığa “evet” dememizi bekliyorlar.
***
“Hayır” oyuna yönelik bir diğer suçlamada “15 Temmuz’un bir yerde de yanında” olmak..
FETÖ’nün, yargıya, emniyete, TSK’ne nüfuz etmiş olduğunu hepimiz biliyoruz.
Ergenekon, Balyoz kumpasları ile, TSK’nin yetkin subayları tasfiye edilip, yerlerine FETÖ teröristlerinin yerleştirilmiş olduğunu da biliyoruz.
Sonuçta, FETÖ, TSK’ni, ancak düşmanın isteyeceği bir travmaya maruz bırakacak “15 Temmuz” darbe teşebbüsüne cüret edebilmiş.
Bunun yollarını döşeyen kumpaslar olurken ülkeyi kim yönetiyordu
Bugün, bizleri, “15 Temmuz’un bir yerde de yanında” olmakla suçlayanlar..
Ama onun da farkına varamamışlar(!)
Bakın “15 Temmuz”dan 6 ay sonra, Erdoğan ne diyor “.. geriye baktığımızda bazı tuzakları fark etmekte geç kaldığımızı görüyorum”!..
Bu aymazlığı da unutmamızı ve “evet” dememizi isteyebiliyorlar.
Felaketleri, ancak olduktan “sonra anladığını”; “fark etmekte geç kaldığını” fark eden yöneticilerin, iktidardan ayrılmak yerine daha fazla iktidar istemeleri tuhaf.
Fark etmekte sürekli geç kalanların kontrolünde olduğunu düşündükçe, El Bab’daki karmaşık durum insanı daha da çok kaygılandırıyor..
Daracık bir alanda, Mehmetçik, Esad ve Kürt güçleriyle neredeyse burun buruna.
İki askeri süper gücün, ABD ve Rusya’nın jeopolitik rekabet alanında, her ikisiyle de, güvensizliğe dayalı hassas ve zoraki ilişkiçelişki dengeleri içindeyiz.
Her ikisi de PYD-YPG’yi sahada güvenilir vekiller olarak görüyor.
Onlarla “müttefik” gibiyiz, ama ikisi de kışkırtıcı karanlık operasyonların ustası.
Aralık sonunda ABD, bizden hava desteğini çekip, IŞİD militanlarının El Bab’a takviye yollarını -müdahale etmeyerek- açtığı gün, 16 şehit birden verdik.
Kasım’da (hem de 24’ünde!) Suriye ordusu taraflarından gelen bir hava aracının 3 askerimizi şehit etmesinden bir buçuk ay sonra da Rusya’nın “kazaen” vurarak 3 askerimizi daha şehit etmesi de rastlantıya benzemiyor.
Bunlar yetmezmiş gibi, Moskova, daha geçenlerde -bizi rahatsız edeceğini elbette bilerek- bir Kürt Konferansına ev sahipliği yaptı.
Bu hassas ortamda, iktidardan, El Bab konusunda karışık sinyaller geliyor.
Kimisi “Herhalde El Bab’la birlikte Fırat Kalkanı biter” diyor. Kimi de “El-Bab temizlendikten sonra hedef Mümbiç .. Ondan sonra .. Rakka..” diyor.
Birincisi, bataklıktan onurlu çıkış arayan bir devlet aklıselimi gibi, ikincisi kaygı verici.
Referandumda tek başına iktidar verilmesi istenen ise, birincisi değil ikincisi.
Mehmetçiği sonu belirsiz tehlikelere atmadan onurlu bir çıkış buluruz inşallah.
Yarın El Bab için de, “.. geriye baktığımızda bazı tuzakları fark etmekte geç kaldığımızı görüyorum” dediklerini duymamak için de “hayır” diyeceğim.
Peki “Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi” ekonomiyi kurtaracak mı?
“Yabancı Alacaklılarımız da TL’ye Geçecek mi” başlıklı yazımda (14 Aralık 2016) değerli okurla paylaşmıştım.
Ekonomimizin, TÜSİAD’ın da MÜSİAD’ın da, AKP, CHP, MHP’nin de, hasılı ilgili herkesin bildiği kronik bir hastalığı var Orta ve ileri teknoloji ürünü olan yatırım ve aramalları ithalatı için dışarıya ödememiz gereken döviz, bizim ürettiğimiz malların ihracatından kazandığımızdan çok daha fazladır.
Onun için, hep büyük çapta ticaret açığı veririz.
Açığın bir kısmı, turizm, yurtdışı müteahhitlik vb. alanlardan gelen dövizle karşılansa da, turizm vb. işlerin en iyi gittiği günlerde bile kapatamayacağımız kadar çok yani.
Onun için mutlaka net bir döviz borcumuz yani cari açığımız olur.
Ekonomimiz bu değeri üretmiyor. Peki nasıl ödeyeceğiz
Bu değerleri üreten ekonomilerden borç bularak.
Mesela 1947’deki borcu kapatabilmek için borç aldık, 1948’deki için borç aldık. 1949, 50 hep katlanarak borç alırken, 1954’te ödemeler dengesi bozulmaya; gerek siyasi gerek mali hesaplarla, alacaklılar (ABD-OECD-IMF) sıkıştırmaya başladı. Bu süreç, 1958’de bizi daha da yoksullaştıran devalüasyona ve 1959’da, Cumhuriyet tarihinin ilk borç yapılandırma anlaşmasına imza atmaya götürdü hükümeti.
Bundan 18 sene sonra, Başbakan Demirel’in “70 sente muhtacız” dediği yeni bir ödemeler dengesi krizi ve ardından malum 24 Ocak “istikrar” tedbirleri.. Ve diğerleri..
Hasılı, borç bulamazsa çarkı döndüremeyen; döviz hapşırsa zatürre olup, büyümesi azalan; enflasyonu-hayat pahalılığı ve işsizliği artan bir ekonomi.
Bu bünyesel hastalığı AKP yaratmadı, ama 15 yıllık “istikrarlı” iktidarında, selefleri gibi, bu hastalığı giderecek politikalar üretmedi. Tam tersine, daha da azdırdı.
Ama, sanki bu sıkıntıları çözecek sihirli değnekmiş gibi bir algı operasyonuyla “başkanlık” için “evet” bekleyebiliyorlar.
Mesela, 13 Şubat’ta Sözcü’de çıkan haber
II. Abdülhamid anısına düzenlenen bir etkinlikte, Abdülhamid’in “Hükümetin bütün yetkilerini Yıldız Sarayına topla..”masını “Başkanlık sisteminin ilk uygula..”ması diye niteleyen konuşmacı, belli ki “Yıldız Sarayını” Beştepe’ye benzetmiş. Ve demiş ki Bundan sonra “devletin gücü hız kazanmaya başladı. Bu da ekonominin güçlenmesini sağladı”!..
Konuşmacı tarihçi mi belli değil haberde. Ama tarihi belgelerin söylediği gerçek şu ki, “..bütün yetkilerini Yıldız Sarayına topla..”masından birkaç yıl sonra, Sultan, bırakın “ekonominin güçlenmesini sağla..”mayı, ülkenin gelir kaynaklarını, Batılı alacaklıların haciz kurulu olan Düyun-u Umumiye’ye teslim etmek zorunda kaldı.
Yani işin aslına bakarsak, sistemin bugünkü uygulaması, o “ilk uygulaması”na benzeyecekse, sonuçları itibariyle vay halimize.
***
Ekonominin bugün içine düştüğü döviz ve ödemeler dengesi sıkıntısını Düyun-u Umumiye günlerine benzetmek abartılı olur gibi geliyor.
Ama Batılı alacaklılarla bir ödeme krizine doğru yol aldığımız da açık.
1959 borç yapılandırma günlerinin cumhurbaşkanı Bayar da “partili cumhurbaşkanı” olmayı severdi. Bastonunun sapı, DP (Demokrat Parti) oymalıydı. Muhalefeti ve basını susturmak için, yargıyı saf dışı eden “Tahkikat Komisyonu” da kurdurmuştu.
Onun hatırası, Batılı alacaklılar karşısında, cumhurbaşkanına parti rozeti takmanın ve yargıyı takmamanın bir işe yaramayacağını anlatabilir mi acaba..
Kaleminize sağlık...