Başka toplumlarda ne kadar yaygın bilmem, ama bizim sosyokültürel genetiğimizin “devletlü-kapıkulu” veya “şıh-mürit” ilişki tarzını üretme konusunda çok verimli olduğu kesin.
Çevresi, “.. ne sebeple yaptığı sadece Cumhurbaşkanımızın bilgisi dahilindedir .. ihtiyaç görürse nedenini paylaşır ..” derse; kendisine hikmetinden sual edilemez yaklaşımı gösterirse, bunun dünyevi hazzına kendini kaptırmayabilecek babayiğit azdır bizde.
Onun için, kamuoyu araştırmalarında İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasını isteyenlerin oranı yüzde 10’u bile bulmayan ülkemde, yüzde 90’dan fazlanın arzusuna karşı bir güç gösterisinin; çoğunluğu bir kalemde yok sayabilmenin hazzını küçümsememeli.
Onun için, “kadının beyanı esastır” fikrinin yanlış olduğuna, “tarikatların beyanı esastır” fikrinin doğruluğuna bir kararnameyle bir çırpıda karar verebilmesinde şaşacak bir yan yok.
9 yıl önce, İstanbul Sözleşmesi’ni çekincesiz onaylayan ilk devlet olmakla övünen AKP’nin, bugün de tek imzayla onu feshetmesine niye şaşmalı?
Bu satırları yazarken, yanı başımdaki bir haberde, son 24 saatte 6 kadının daha cinayete kurban gittiğini okuyorum.
Alemi kör, herkesi sersem sanan kapıkullarının, “İstanbul Sözleşmesi olsaydı bunlar olmayacak mıydı?” gibisinden ahmak bir sorusunu duyar gibi oluyorum.
Elbette o sözleşme, kâğıttan fırlayıp bunu engelleyecek değil. Ama bu cinayetlerin toplumsal failinin, o sözleşmeye bile tahammül edemeyen zihniyet olduğu da yadsınamaz.
* * *
Bu “devletlü-kapıkulu” ilişkilerinin, son derece adaletsiz bir gelir dağılımı üzerine bina edilmiş sınıf ilişki çelişkilerinin üzerine oturduğunu düşünün birde.
Onun için, pandemide gelirinden olan 850 bin küçük esnafın toplam 250 milyon TL bile tutmayan (işletme başına 300 TL bile tutmayan) vergisine muafiyet getirmeyi halka büyük bir destekmiş gibi sunarken, şu meşhur yandaş inşaat firmalarının hava limanı işletmelerinin 1 milyar avrodan çok kira borcunu bağışlamasına da şaşmamalı. (Lütfen dikkat, küçük esnafın vergisi TL, büyük yandaşın kirası Avro)
Yalnız bu rejimin yürütücülerinin bir zaafı var: Üzerinde oturdukları yapının, damarlarında avro-dolar dolaşmazsa her an komaya girme ihtimali olan bir ekonomik organizma olduğunu sıklıkla unutmaları.
Her ne kadar AKP bunun “ekonomik mucize” olduğunu zannetse de, bu organizmaya döviz pompalayan destek ünitelerinin vanalarının da Batı emperyalizminin insafına tâbi olduğunu unutuvermeleri.
Türkiye’nin siyasi muhalefetini, kendisine oy verenleri bile mahcup edecek kadar vurdulu kırdılı söylem ve eylemler; muhalefet belediyelerinin hizmet kapasitesini engelleme, Taksim Gezi Parkı’nın mülkiyetini gasp, “siz çatlasanız da Kanal İstanbul’u yapacağım” ağzı, ihtimal rantsal açgözlülük yanında bazı duygusal hazları da köpürtüyordur.
Bunlar emperyalizmin “fincancı katırlarını” ürkütmeyeceği için, ülke içinde serbest atış alanı(!)
Ama, sıcak paracı “yatırımcı” ile ilişki pek öyle olmuyor.
Sarayın Finans Ofisi Başkanı, son TCMB operasyonunu şöyle sunuyor: “.. Ne sebeple yaptığı sadece Cumhurbaşkanımızın bilgisi dahilindedir. Eğer .. ihtiyaç görürse nedenini paylaşır ..” (22 Mart 2021, cumhuriyet.com.tr)
Dört başı mamur bir devletlü-kapıkulu tarzı.
Ne danışma, ne denetleme ne denetlenme; “sadece onun bilgisi dahilinde”, “eğer o ihtiyaç görürse”!..
Ama ekonominin nabzı hiç de devletlünün kontrolünde gibi görünmüyor. Dolar ve Avro, peşinden daha büyük bir pahalılığı, daha çok işsizliği ve daha çok yoksulluğu sürükleyerek fırlayıverdi işte.
Belki bakarsınız “ihtiyaç görürse nedenini paylaşır”(!)
* * *
Sadece yurt içinde, tüm emekçilerin hayatını zora sokan bir türbulansa girmedik.
Akdeniz ve Kıbrıs’taki ulusal çıkarlarımızı savunma konusunda da geri adımlar başladı bu “her şeyi ben bilirim” rejiminde.
“.. Türk yönetimi tarafından Doğu Akdeniz’de gerilimin azaltılması yönünde doğru yönde adımlar atıldığını .. keşif ve sondaj gemilerinin Kıbrıs münhasır ekonomik bölgesinden çekildiğini ..” söylerken tam da bunu anlatıyor AB temsilcisi Josep Borrell. (22 Mart 2021, dw.com/tr)
AB’nin bu algısının gerçek “nedenini paylaşır” belki “ihtiyaç görürse”(!)
Batı çirkin oynuyor, “yaptırım politikaları” adeta uluslararası hukuk normu oldu. Önüne gelene “yaptırım” tehditi.
Hiçbir ülkenin egemenlik haklarına ve çıkarlarına saygıları yok.
ABD, sen nasıl S400 alırsın? Al sana CAATSA(!) deme hakkını görüyor kendinde.
AB, “Türkiye’nin tekrar Doğu Akdeniz’de gerilime neden olabilecek adımlar atması .. halinde yaptırımların kademeli olarak gündeme gelebileceği ..” tehdidini savurabiliyor. (G. Sonumut, 23 Mart 2021, milliyet.com.tr)
Bu tehditlere pabuç bırakmamanın ilk koşulu, borç yaratmayan, tersine, ticaret fazlası ve cari fazla üretebilen bir ekonomi.
Üç yıl önce ne demişti bir devletlü? “Borç alan emir alır”!..
Bugün olan tam da bu işte.
ABD-AB emperyalizmi ile Rusya’yı birbirine karşı dengeleme umut ve zehabına dayalı dış politikanın manevra alanı, sadece Akdeniz’de değil, Suriye’de de daralıyor. Karabağ’da, niyet Suriye’deki gibi Rus-Türk ortak devriyesi idi, kısmet Azerbaycan topraklarında monitörden izlemekle sınırlı kaldı.
Muhalefetten, uzmanlardan gelen makul ve mantıklı önerilerin hiç faydası olmadı, olmuyor, çünkü “herşeyi ben bilirim” rejimindeyiz.
* * *
Ulusal ekonomi bünyesini, damarlarında kendi üretici gücünün ürünleri dolaşan gerçek bir dönüşüme uğratmanın yolunu bulamazsak, bir çok afili devletlünün daha, döviz borcu diye kıvrandığına, dışarıda ulusal çıkarlarımızı savunma kapasitemizin tekrar tekrar zaafa uğradığına tanık olur bu ülke.
Tez zamanda giderler umudum bıktık usandık