YSK’nın, sandıklarda kendilerinin görevlendirdiği 20 bin kadar insanın “kanunen yasaklı” olduğunu keşfedip, bu bahaneyle, seçmenin oylarını koyduğu tek zarftaki dört oyun üçünü geçerli, sadece Büyükşehir Belediye Başkanlığı pusulasını geçersiz sayan kararının manasını hukuk dünyası gayet net bir şekilde açıkladı: Hukukun katli!..
Bu durumun yetkili ağızdan bir özeti olarak, AYM’nin eski başkanlarından Haşim Kılıç’ın şu sözlerini not etmek isterim: “YSK İstanbul seçimini iptal etmekle Anayasa’nın 79. Maddesinin kendisine verdiği ‘hakemlik’ görevini yerine getirmemiştir. Verdiği kararın gerekçesi kamu vicdanını sükûnete kavuşturmamıştır. YSK’nın il ve ilçe seçim kurulları hakkında suç duyurusunda bulunması esasen YSK’nın kendisinin suçluluğunun ikrarından başka bir şey değildir. Çünkü seçimin sağlığından sorumlu YSK’dır. YSK görevini ihmal etmekle kalmamış milyonlarca insanın seçme hakkını kullanılmaz duruma sokmuştur” (10 Mayıs 2019, karar.com)
Bu hukukun dili..
Murat Muratoğlu da Sözcü’deki köşesinde, YSK’nın ve şikâyetçi AKP’nin pozisyonunu, ortaokul öğrencisinin anlayacağı şekilde anlatmış doğrusu: “Bahane de iyi hani.. Adama 50 lira banknot veriyorsun, 12.5 lirasının sahte olduğunu iddia ediyor. Hakimler haklı buluyor.” (10 Mayıs 2019)
* * *
Durum, azıcık tarafsız bakan gözlemci için çok tuhaf yani. Eskiler “zırvada tevil olmaz” derken haklıymış; “tevile” kalkışınca, “.. diyelim ki AK Parti’nin adayına verecek gibi anladığı seçmene Büyükşehir pusulasını vermiyor” gibi daha tuhaf “açıklamalar” çıkıyor..
Seçmeni fikirle ikna etmenin güçlüğünden olsa gerek, AKP cenahında “fikir mücadelesi”(!), “bazı iş adamı grupları baktım ki garip garip açıklamalar yapıyor .. herkes önce haddini bilecek” tehdidi, sanatçıları fişleme, gazeteci dövme vb. düzeylerde seyrediyor..
Büyükşehir’in “rant meselesinden” daha derin bir kişisel anlamı olmasın!
Erdoğan’ın, onaylanmadığının ima edilmesine bile tahammül edemediği; aşamadığı fiili engeller karşısında itidalini koruyamayıp herkese her şeye atarlandığını fark etmek için Freud olmaya gerek yok.
Onun için,
- ABD-Rusya (yanı başında Çin) arasındaki jeopolitik güç yarışının içinde kendini, tabii ülkemizi de sürüklediği Suriye ve S400-F35 çıkmazlarında, uluslararası konjonktürün vaktiyle sunduğu manevra alanlarını yitirirken,
- Seçim meydanlarında posta attığı yabancı “faiz lobilerinin” vadesi gelen alacaklarını ödeme güçlüğünü aşmak için yine onlardan gelecek borca muhtaç bir ekonomiyi seçmene “başarı” diye sunmak gibi bir imkânsızı ısrarla denerken,
- döviz-enflasyon-faiz kapanında, rızasını almak zorunda kaldığı seçmenlerin giderek çok kötüye giden yaşam koşullarını -bırakın iyileştirmeyi- muhafaza edebilmek için bile atacak finansal barutu kalmamışken
İstanbul Büyükşehir belediye başkanlığında (zarftaki 4 oydan 1’inde) seçmenin onayını alamamasını demokratik bir olgunlukla karşılamasını beklemek de abesti zaten.
İstanbul belediye başkanlığına takıntı derecesindeki bu ısrarı, İstanbul’un engin rant imkânını elden kaçırmama hırsına bağlamak fikri yeterince açıklayıcı görünmüyor.
İş sadece rantsa, ona, belediyeleri aşarak ulaşmanın her türlü enstrümanı ellerinde zaten.
Muktedirin zihninde “İstanbul’u alan Türkiye’yi alır” veya “İstanbul’u kaybeden Türkiye’yi kaybeder” mottosu sabit fikir haline gelmişse ve Ekrem İmamoğlu halk nezdinde buna kendisinden daha lâyık görülme potansiyeli sergiliyorsa, işte buna tahammül çok zor..
2014’te cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan, Türkiye genelinde yüzde 52 oy alırken, İstanbul’un, şahsına teveccühü bu ortalamanın altındaydı (yüzde 49,8)..
2017 referandumunda da, dolaylı da olsa Erdoğan oylandı. Resmi sonuç, ülke çapında yüzde 51,2 ile Erdoğan’a evet şeklindeyken İstanbul yüzde 51,3 ile ona hayır dedi..
Ülkemizin meşru siyasi partileri arasında geçen bir seçimde, bunlardan birinin İstanbul’u yönetme hakkını kazanmasını, “İstanbul’u almak” veya “İstanbul’u kaybetmek” gibi görmek ne kadar sağlıklı bir bakıştır, tartışılır. Bu ayrı konu.
* * *
Bazı Yeşilçam filmlerinde, filmin “jönü”, istemediği olumsuz bir olayla karşılaşınca “N’aayır, n’olamaz!” diye tepki gösterirdi.
İstanbul’un, kendisine sandıkta haylidir söylediğini 31 Mart’ta daha açık söylemesi karşısında Erdoğan’ın takındığı tavır da bu; “N’aaayır, n’olamaz!”
Bizim topraklara yabancı değil yani..
“Good morning after supper”!
“Akşamdan sonra günaydın” yani. “Geçti Bor’un pazarı..”, “Üsküdar’da sabah oldu..” gibi yerli milli deyimlerimize karşılık geliyor.
17 yıllık iktidarının 17. Yılında, Erdoğan der ki, “.. Ülkemizi dış ticaret fazlası veren, bir başka ifadeyle cari fazla veren bir ekonomiye dönüştürmeyi hedefliyoruz. Bunu yaparız” (30 Nisan 2019, tr.sputniknews.com)
Bu sözler çağrıştırdı o deyimleri.
Saray’da kendisini dinleyen “Ticaret Müşavirleri” (4. Ticaret Müşavirleri Konferansı) bu yeni kararını ne kadar inandırıcı buldu bilemiyoruz.
Ama bu yepyeni (!) keşfinin, bu topraklarda ne kadar “yeni” olduğuna dair fikrimiz var.
Erdoğan’ın da takipçisi olduğu rahmetli Turgut Özal da bundan 35 sene önce keşfetmişti bunu. Bakın ne demiş: “Türkiye’de 1979 olaylarının asıl sebebi ödemeler dengesizliğidir (“cari açık”-bn). Osmanlı döneminin en güç yıllarında yaşanan bir durum (..) Bütün sıkıntıların sebebi bu noktaya dayanmaktadır. (..) bu sıkıntıları atlatmak (..) ancak ödemeler dengesi ile (cari açık vermemekle-bn) mümkün olabilir. (..) Türkiye’yi güçsüz bırakan problem budur” (Başbakan Turgut Özal’ın Konuşmaları’ndan aktaran Nazif Ekzen, Türkiye Kısa İktisat Tarihi, s. 159)
Rahmetli Özal, aynı çareye (ekonomide “cari fazla veren” veya “dış ticaret fazlası veren” bir dönüşüme) niyetlenmiş. Ama kısmeti, yüksek büyüme dönemlerinde hızla yükselerek müteakip krizlerin yolunu döşeyen dış ticaret açıkları olmuş daima.
Erdoğan, sorunu bugün yine keşfettiğine göre, sorun en az 35 yıldır aynı kalmış demek ki..
“Bizde bu sorun niye çözülemiyor” üzerinde, siyasi partileri, üniversiteleri, sendikaları, meslek odalarını katan, kapsamlı ve kapsayıcı bir araştırma, tartıştırma ve ortak akla ulaşma seferberliğini zinhar göze almayalım; ama Özal’ın izinde, ondan farklı bir sonuca varmayı umalım(!)
Böyle bir dünya yok..
* * *
Bizim ligdeki ekonomilere el alemin (“dış mihrakların”) bolca döviz sunduğu günlerde dövizi “mega-ultra” projelerle inşaata gömerken akıl edilmeyeni, iş işten geçtikten sonra “.. yaparız” diyor Erdoğan.
Çıkış yolu elbette bulunur, ama önce ülkenin bir yarısını düşman görmemeyi ve karşı görüşleri, “n’ayır, n’olamaz!” demeden anlamayı öğrenmek; cumhurbaşkanının herkese hakaretinin serbest ama onun eleştirilmesinin ve sandıkta değiştirilmesinin yasak olduğu bir rejimden gerçek hukukun hakim olduğu bir düzene geçebilmek gerek..
Türk Demokrasisinin olmazsa olmazı parlamento yu çalıştırmak,laik Cumhuriyetten geçer...özgürlükleri.hakları teslimden ülkeyi ayrıştırmadan,herkesi kucaklamak ,hukuku işletmek,Atatürk ilkelerine dönmek ....tir ...