ABD’nin “Esad birkaç haftaya gitti gidecek” dediği, bizim “dünya liderleri”nin de buna inanıp, nasılsa “birkaç haftaya dönecekler” diye Suriye’den gelen akına kapıları açışının üzerinden 1500 günden fazla zaman geçti.
“Şam’da namaz” hayaliyle Suriye’ye girme hırsı, oradaki yangını, PYD/PKK sorununa bir de IŞİD ekleyerek, bize sıçratmakla sonuçlandı.
“Çözüm süreci” denen resmi “görmezden gelme” döneminde gerçekleştirdiği hazırlık sonunda PKK’nın yeniden tırmandırdığı şiddete verdiğimiz şehitler yetmezmiş gibi, IŞİD’in, Suriye veya Irak’ta değil, Ankara’da, Anayasal toplanma haklarını kullanan yurttaşlarımızı katledebildiğine de tanık olduk.
Bizde bunlar olurken, malum, Rusya, Suriye’ye girdi.
ABD (NATO), Gürcistan ve Ukrayna üzerinden Rus sınırlarına dayanayım derken, Rusya, NATO’nun güneydoğu sınırına, yani Türkiye sınırına dayanıverdi.
Bu, sanki, bizim “dünya liderleri”ne de, bölgede “oyun kurucu güç” olmak “öyle olmaz böyle olur” dercesine oldu.
Öyle ki, bir ülkenin, kendine yönelik tehditlere karşı koyabilme kapasitesinin ne tür bir yeteneğe bağlı olduğunu gösteren ibretlik bir ders de oldu aynı zamanda.
İşte Suriye vesilesiyle altını çizmek istediğim bu yetenek.
Rusya Bunu Hangi Güçle Yaptı?
Putin’in bir “Kasımpaşalı” edasıyla “eyy Obama!”, “eyy BM!” diye kükremesiyle mi, ABD şimdi ne yapacağını bilemez hale geldi?
Yoksa gerçek bir kapasiteye mi yaslanıyor?
Bu sorunun en açık yanıtı, 7 Ekim’de Rusya’dan geldi.
NATO, 6 Ekim’de, Akdeniz’deki Rus donanma gücünden yakınırken, Rusya ne yaptı? “Akdeniz mi dediniz? Bakın ben sizi daha nerelerden vurabilirim!” dercesine, ertesi gün Hazar’dan Suriye’yi vurma şovu yaptı.
1500 mil (2000 km’den fazla) mesafeden fırlatılan seyir füzeleri ve bunların tam isabet kaydetmesi, ABD için hayli zihin açıcı oldu.
Mesela ABD’li Rusya–Avrasya uzmanı P. Schwartz’ın ifadesiyle, bu olay, “Rusya’nın, konvansiyonel savunma teknolojisinde, ABD ile aradaki açığı kapattığını gösteriyor”. (bkz. http://defensetech.org/2015/10/08/strike-highlights-russias-advances-in-cruise-missile-technology/)
Peki, Suriye’nin kıyısında, karasında, havasında, “çok gelişkin elektronik sinyal izleme, sinyal bozma” gemileri, kara araçları ve uçakları ne anlama geliyor?
ABD ordusunun elektronik savaş işlerinin başındaki J. Church, “elektronik savaş yeteneklerinde Rusya’nın, ABD’den fersah fersah önde olduğu” şeklinde yorumluyor. (bkz. http://www.valuewalk.com/2015/10/sophisticated-electronic-warfare-giving-russia-edge/ )
Demek ki Ruslar, mikroelektronik, enformatik, ileri malzeme teknolojileri dahil hemen her alanda ulusal teknoloji ve sanayi yeteneğini geliştirebilmiş.
* * *
İşte tam da bu sayede, Sovyetler Birliği’nin parçalanışıyla girdiği ekonomik ve siyasi çöküşten sonra, çimlerin üzerinde tepişen filler ligine yeniden çıkmış bulunuyor.
Suriye sahnesine bir de bu açıdan, yani ulusal teknoloji ve sanayi yeteneği açısından bakmakta yarar var.
Bu bizim açımızdan yeni bir keşif mi? Hayır!..
Bu dersi çok zaman önce TÜBİTAK vermişti
Erdoğan tarafından etkisizleştirilmeden önce, TÜBİTAK harbi Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu idi.
20 yıl önce, “VII. Beş Yıllık Plan Stratejisi”ne ilişkin görüşleri arasında şu uyarıyı yapmıştı: “Öyle görünmektedir ki, düşük yoğunlukta savaş konjonktürü dünyanın belli bölgelerinde, … daha uzunca bir süre devam edecektir. Burda, açıkça bilinmesi gereken nokta, bir ülkenin kendi isteğiyle ya da isteği dışında bu tür bir savaş konjonktürüne sürüklenmesi halinde, bununla baş edebilmesinin, mutlak olarak kendi ulusal teknoloji ve sanayi yeteneğine bağlı olacağıdır”.
O yıllar, Balkanlar’da “iç” savaş hali.
Batı’nın, zayıf düşmüş Rusya’yı “oyun dışı” bırakabildiği yıllar.
Ve Ruslar da, TÜBİTAK’ın bizim için çıkardığı uyarıyı kendisi için çıkarmıştı.
Bugün Suriye sahnesi anlatıyor ki, Ruslar gereğini YAPMIŞ; “kendi ulusal teknoloji ve sanayi yeteneğini” geliştirmiş. Sonuç?
ABD de dahil kimsenin kendisinden bağımsız davranamayacağı bir küresel güç OLMUŞ.
Peki ya biz? TÜBİTAK’ın o uyarısını anlamış mıyız?
Hava Kuvvetleri Komutanımız, doğal olarak, hava gücümüzü övdüğü bir konuşmada şunu da söylemeden geçmiyor: “… Şimdi bir an için düşünelim; şimdi biz Büyük Atatürk’ün oluşturduğu havacılık stratejisinin neresindeyiz? Evet, gerçekten güçlü bir hava gücüne sahibiz. … Ancak tayyareleri ve motorlarıyla kendi ülkemizde tasarlayıp uçurabildiğimiz milli harp sanayiinin neresindeyiz dersek, orada sınıfta kaldık” (6 Ekim 2015)
Biz, moda deyişle “orta teknoloji tuzağı”nda hala debeleniyoruz.
* * *
Oysa, TÜBİTAK, sadece uyarmadı. Türkiye’nin “kendi ulusal teknoloji ve sanayi yeteneği”ni geliştirmesinin yol haritasını da 2004’te TAMAMLADI, ilgili devlet kurumuna SUNDU.
Projenin başlığı “Ulusal Bilim ve Teknoloji Politikaları 2003–2023 Strateji Belgesi”.
Girişindeki uyarı da ibretlik: “Strateji belgesinin gösterdiği yol, ülkemizin, geleceğin jenerik teknolojilerinde egemenlik sağlayarak uluslararası toplumun refah içinde bir üyesi olmasını ve yarınlarını garanti altına alacaktır. Bunun dışında izlenecek herhangi bir yolun ise Türkiye’yi nereye götüreceği bilinmektedir: uluslararası toplumun sancılı ve ancak varlığını korumaya çalışan etkisiz bir üyesi olmak”…
Üzerinden 11 yıl geçmiş.
Şimdi biz hangi kategorideyiz sizce? Yarınlarını garanti altında gören, refah içinde bir ülke mi, yoksa “sancılı ve ancak varlığını korumaya çalışan” bir ülke mi?..
Sahada “oyun kurucu” muyuz? Erdoğan–Davutoğlu çiftinin hayalhanesinde olabilir. Ama gerçek alanda “oyun”un öznesi değiliz. Ancak nesnesi olmamaya çalışıyoruz.
* * *
“Rusya’nın Suriye ile sınır mı var ki” vb. türden absürtlükleri geçin. 30 Eylül’den bu yana, Suriye, Rusya, ABD, Batı ve Türkiye üzerine pek çok değerli makale ve/veya analiz yazısı çıktı.
Rusya’nın “gerçek niyetleri”, ABD’nin “ne düşündüğü”, AKP dış politikasının neden ve nasıl ülkeyi yalnızlığa ve kaosa sürüklediği üzerine çok şey yazıldı, söylendi.
Ama, “oyuncu” ülkeleri ve bizi, olayın “ulusal teknoloji ve sanayi” boyutu üzerinden değerlendirmek pek akla gelmedi.
Sivil ve askeri teknolojiyi satın almak için ödediği para, ihracat gelirlerinin çok üstünde olduğu için dış ticareti mütemadiyen açık veren ülkemizde, bari bu boyutu da hatırlatmış olayım.
* * *
TÜBİTAK’ın 20 yıl önceki uyarısının özeti, “kendi ulusal teknoloji ve sanayi yeteneğin” yoksa, iraden dışında her türlü riske açıksın demek.
Bir de ben söylemiş olayım…