Evet, Musul’un, hem Osmanlı İmparatorluğu’nun fiilen yitirdiği bir parçamız, hem de dolayısıyla Atatürk ve silah arkadaşlarının Misak’ı Milli tasavvurunun bir parçası olarak ilgi alanımızda olmasında yadırganacak bir yan yok.
Fakat, son aylarda Lozan Anlaşması üzerinden açılan tartışmayı ve Fırat Kalkanı sonrası Irak sınırına askeri yığınağı bu ilgiyle açıklamak yeterli olmaz.
Erdoğan keşfetmiş ki, “Birileri bize Lozan’ı zafer diye yutturmaya çalıştı. Bağırsan sesimizin duyulacağı adaları verdik. Bu zafer mi? O masaya oturanlar Lozan’ın hakkını veremediler. Sıkıntısını biz yaşıyoruz” (29 Ekim, gazeteler)
“Tarih dersi veriyorum; incele bak” diyen bir özgüven patlamasıyla.
* * *
“O masaya oturanlar” kim? Cumhuriyeti kuranlar.
Bilgi, diplomasi zekası ve strateji yeteneği bakımından, zamanın İngiliz, Fransız, Alman kurmaylarıyla boy ölçüşecek düzeydeki Osmanlı kurmayları.
Ölümü hiçe sayabilen cesaretleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun Trablusgarp, Kafkasya, Filistin vd. cephelerinde, ateş ve kanla sınanmış olanlar.
“O masaya oturanlar” onlar değil de kendisi olaymış da göstereymiş “Lozan’ın hakkı..” nasıl verilirmiş diyen bir iç sesi dışa vurmaktan kendini alamayan bir “Tarih dersi”(!) vermiş oluyor Cumhuriyet Bayramı’nda..
Ve Atatürk’ü andığımız şu günlerde.
* * *
Erdoğan’ın sadece kendi tarihimizle kavga etmekle sınırlı olmayan, asabi, dediğim dedik tarzının Suriye ve Irak’taki riskleri konusunda, ilk Erbil Başkonsolosumuz A. Selcen uyarıyor: “En üst seviyeden siz bu kadar sert bir retoriğe saplanırsanız, ‘Hayırı yanıt kabul etmiyorum ..’ kafasıyla giderseniz diplomatik olarak nasıl ilişki kuracaksınız? Bir de sıkletiniz ne? .. söylediklerinizi tek taraflı olarak yapmaya kalkarsanız .. işler kontrolden çıkabilir. .. aksiyon başladıktan sonra her şey çok hızlı gelişir. Allah korusun o halde eldekinden de olabiliriz. .. ‘Büyümezsek parçalanırız’ deniyor. Ya büyüme girişimi sırasında parçalanırsak?” (31 Ekim, 2016, hurriyet.com.tr)
Sınır güvenliğimize bir tehdit varsa denecek bir şey olamaz elbet. Ama Zaloğlu Rüstem hamasetiyle Lozan-Musul-askeri yığınak derken, Mehmetçiği sınır ötesi tehlikelere atmadan önce çok düşünmek lazım diyor tecrübeli diplomat.
Hele ki, “sıkletiniz ne?” sorusunu duygusal değil, gerçekçi olarak değerlendir der.
AKP ve Erdoğan’ı takdir eden kardeşlerimizin “sıklet” konusunda kaygısı yok belki. Hatta AKP’nin “ekonomik mucize” yarattığına, tüm dünyanın da bizi kıskandığına bile inanıyor olabilir.
Ama ekonomimiz daima büyük dış ticaret açıkları veren, borcu da borçla ödemek zorunda kalan bir ekonomi. Kısacası cari açıksız büyüyememek hastalığı ile malul. Ekonomi bakanının dediği gibi, “o kadar da güçlü değiliz” yani. (8.11.2016, hurriyet.com.tr)
Bir hatırlatma gerekirse, dış ticaret fazlası (açığı değil, fazlası) vererek büyüdüğümüz tek dönem, hani Erdoğan’ın Lozan’da “O masaya oturanlar” diye küçümsediği kurucu kuşağımız var ya, işte onların sanayileşme planlarının uygulandığı 1930-1946 dönemidir. Güçlü ekonomi o zamandı, şimdi değil.
Bu ekonominin mütemadiyen yarattığı borç ise esas olarak dolar ve avro cinsinden.
Yine ekonomi bakanı söylesin: “Para piyasanızda, yabancı sermayenizde kimler var? Onlar, ‘dostum, müttefikim’ dediğin insanlar”.
Gel gör ki, “Onlar” da, son aylarda, bu borçluluk bağımlılığımızı, Erdoğan’ın Lozan’daki önderlere gösterdiği hoyrat yaklaşımdan çok daha hoyrat bir şekilde ortaya koymaktan kaçınmıyor. ADİK Berlin direktörü J. Janning bakın ne demiş: “Erdoğan Rusya ile .. meyve ve sebze sorunlarına kısa vadeli çözüm bulabilir. Ama asıl pazarı olan Avrupa ile bir kriz, geriye dönüşü olmayan uzun vadeli hasarlar bırakır. Erdoğan kendi ayağına kurşun sıkıyor. Belki kendince gururlu bir şekilde kurşun sıkıyor, ama ayağına sıkıyor..”
Dahası, “ülkeyi iç savaşa sürükleyebilecek nitelikteki Kürt sorunu”na dikkat çekerek aba altından PKK sopası gösteriyor. (7.11.2016, hurriyet.com.tr)
Bunları doğru okumalı.
Uçağını havada tutman için para lazım; o da bende diyor.
Siz, PKK’da “yakaladığımız silahların hepsi batının .. Kimi uyutuyorsunuz siz?” (6.11.2016, milliyet.com.tr) diyerek kül yutmadığınızı haykırsanız ne yazar? Akıllı bir diplomasi ortaya koyamıyorsanız, bu, bir Belçika mahkemesinin PKK’ya, terör örgütü değil “silahlı mücadele örgütü” etiketi vermesini; Suriye’deki teröriste “rebel” veya “insurgent” etiketi verilmesine benzer bir yolu açmasını engelleyebilir mi? Vs. vs…
Ülkemizin getirildiği noktaya bakınca, Lozan’da “o masaya oturanlar” iyi ki bunlar değilmiş diyorum. Yoksa, dış ticaret fazlası verebildiğimiz ve uluslararası arenanın saygın bir üyesi olduğumuz o 17 yılı da göremezmişiz.
* * *
İster Erdoğan gibi, “dünya lideri” olmaya özenin, ister diğer ülkelerle eşit ilişkiler içinde bir refah devleti olmayı hedefleyin, sonuçta iş dönüp dolaşıp, dünya piyasalarından dişe gelir bir pay alarak kendi kaynaklarını cari açıksız büyütebilen bir ekonomiye dayanıyor.
Lakin iş bunun nasıl olacağına gelince, milletçe, Einstein’a atfedilen delilik sınırı tanımındaki duruma geldik. Aynı şeyi, her defasında farklı bir sonuç alacağını sanarak deneyip durmak hali.
1947’den beri, IMF-DB çiftinin neo-liberal reçetelerine uygun olarak, ekonomide o amaca uygun dönüşümleri, habire yabancı yatırımcıdan bekleyip dururuz.
Nitekim, AKP’nin ekonomi bakanı, yine pek heyecanlı. Bir ekip kurmuşlar, bilmem kaçıncı kez yabancı yatırımcı arayışında: “Bu ekiple uluslararası piyasalara proje bazlı yatırım teşvik sistemimizi anlatacağız” (8.11.2016, hurriyet.com.tr)
Haydi hayırlısı bakalım. Yukarıda kendilerinden alıntılar yaptığımız J. Janning gibi, Belçika mahkemesi gibi “dostları” yedirip içirse, bakarsınız Alman, Belçikalı vb. yatırımcılar yağmur gibi gelir de ekonomimizi uçurur(!)
Peki ana muhalefetimizin farklı bir stratejisi var mı?
Yabancı yatırıma da yerli özel girişime de, en az AKP kadar değer verir. Ama ekonomide zorunlu yüksek katma değerli yatırım alanlarında, şayet yabancı ve yerli özel yatırımcı ilgi göstermiyorsa, ben bunu KİT’ler vasıtasıyla yapacağım der. (CHP programı, s. 178)
Bu, bizi 70 yıllık verimsiz debelenmelerden çıkaracak bir strateji.
Ama, yönetimi, böyle bir çıkış yoluyla ilgilenmiyor. O da, uluslararası piyasalara bel bağlıyor: “Dünyaya diyoruz ki gelin Türkiye’ye .. Burada kurun ambarlarınızı, teknoparklarımızı, bilgi üretin ..” (28.05.2015, dha.com.tr)
* * *
Atatürk’ün kurduğu bir partinin, Programının gösterdiği yol yerine, 70 yılın sonuçsuz denemesine takılıp kalmasına bakınca, Ata’nın huzurunda başım, bir de bu yüzden dik olamıyor ne yazık ki!..