ABD başkanlarından Theodore Roosevelt, “alçak sesle konuş, ama elinde güçlü bir sopa bulunsun” dermiş. Başka bir deyişle, elinde yeterince büyük bir sopan yoksa, çok yüksek sesle bağırmamalı. Bu, birçok cephede birden savaşabilecek mali, askeri teknolojik gücü (“güçlü sopayı”) gerçekleştirebilen ABD’linin deyişi.
Bizim “dünya liderleri” ise narsistik dış politikalardan vazgeçmek yerine daha da ileri gitmekte, bölgede çatışan tüm güçlere ayar veriyormuşçasına yüksek sesle “konuşmak”ta ısrarlı. Öyle ki, yalnız diğer ülkelerin dostluğunu yitirmekle kalmıyoruz, “dost ve müttefik” sayılan NATO ülkeleri de dahil neredeyse tüm komşularda, Türkiye’ye karşı kuşku ve husumet duyguları kışkırtılıyor.
Bir ülke, bu kadar düşmanlıkla baş edebilir mi? Teorik olarak mümkün, ama hepsiyle baş edebilecek güce sahipsen. Yani elinde, “güçlü” değil, “çok çok güçlü bir sopa” varsa. Aksi halde narsistik hamaset, korkunç sonuçlar doğurabiliyor.
Hatay sınırımızın ötesindeki Suriye Türkmen’lerinin Bayır–Bucak’ta yaşadığı trajedide olduğu gibi.
Uçağını düşürerek eline arayıp da bulamadığı bahaneyi sundukları Putin de bizimkilerden daha az narsist sayılmaz. Ama bir farkı var; ABD ile boy ölçüşebilen konvansiyonel silah gücü, yani çok güçlü bir “sopası” var.
Bu yüzden, bizim “dünya liderleri”nin “Suriye Türkmenlerine olan desteğimizin devam edeceği yönündeki kararlılığı” sözde kalırken, ötekininki kanlı, acımasız bir kıyım şeklinde tezahür edebiliyor.
Türkmen Milli Hareket Partisi’nden Tarık Sülo’nun ifadesiyle: “… Bu bombardıman karşısında durmak mümkün değil. Türkmendağı rejimin eline geçti”.
İnsanların rejime karşı silaha sarılmasında en büyük pay elbet kendi tercihlerindedir. Ama, kapasitesini, sınırlarını doğru değerlendirmeden onlara yüksek umutlar verip sonra hayal kırıklığına uğratanların vebali yok mu?
Kızılay yöneticisi K. Kınık’ın twitter mesajı, evet var diyor: “… Türkmen Dağı’nın yiğitleri Alparslan’a, Süleyman Şah’a ve bin yıllık vatanlarına borçlarını ödediler. Bize düşen ise ağır bir utanç ve dua oldu”.
BM’in “muhalif” çağrı listesine aldıramadıkları Türkmenlere, ancak iş işten geçtikten sonra, kendisi muhtacı himmet Suudi güdümlü “ılımlı muhalefet” grubundan bir davet çıkartma “başarısı”(!) onları bu “ağır utanç”tan kurtarabilir mi?
* * *
İktidar, hesapsız Suriye ve Kürt politikaları ile ülkeyi nasıl tehlikeli bir girdaba sürüklediği gerçeğini anlamak yerine, başarısızlıklarını hamasetle örtme telaşında.
Evet, egemen bir devlet, bir bölücü terör örgütünün şehirlerde “özerklik” ilan edip, bunu hendeklerle, barikatlarla gerçekleştirme teşebbüsüne göz yummaz. O devletin hükümeti göz yumarsa, bu suçtur.
Peki, kimlerin telkin veya dikte etmesiyle başlatıldığı hala sır gibi saklanan ve adına “çözüm süreci” denerek oya tahvil edilen bir süreçte, o terör örgütünün o şehirlerde, dağlarda silah ve örgütlenme hazırlığı yapmasını görememek veya görmezden gelmiş olmak daha mı az suçtur?
Bölücü teröre karşı şimdiki haklı müdahale, örgütün, müdahalenin bedelini daha da ağırlaştıran önceki hazırlıklarını fark edememiş olmanın ağır utancından kurtarır mı?
Cenevre görüşmelerine Suriye Türkmenlerini katmaktan ziyade, olanca enerjisini PYD katılımını engellemeye hasreden Türk yönetimi, PYD’nin masada olması gerektiğini söyleyen muhataplarına, basın önünde, şu argümanla karşı çıkıyor: “PYD bir terör örgütüdür. … Biz bir terör örgütüyle neyi konuşacağız? … bu teklifi getirenler DAEŞ’le de masaya otursunlar. … buna normal bakılabilir mi? … O nasıl normal değilse aynı şekilde böyle bir terör örgütüyle de bizim masaya oturmamız asla mümkün değildir”
Bu sözler sarayda toplanan muhtarlara filan söylense belki alkışlanırdı bile.
Ama hayır. Erdoğan, bu argümanı, Suriye sahnesinde PYD’yi terör örgütü değil sahadaki müttefik olarak tanımlayan asıl oyun kurucu aktörlere karşı ileri sürüyor.
Adamlar, “ama ekselans, daha düne kadar siz, tescilli terör örgütü PKK ile görüşürken iyiydi de, biz, terör örgütü saymadığımız PYD ile görüşelim deyince mi kötü oluyor?” dese ne olacak? Türk gazetecileri gibi, talimatla hapse mi atılacak?
Zaten de diyorlar. “Dost” ABD başkan yardımcısı Biden, kibarca “PYD ile PKK’yı ayırmak gerekir” diyor. Rusya dışişleri bakan yardımcısı Gatilov ise, daha keskin olarak “… Kürtler olmadan … Suriye’nin geleceğiyle ilgili herhangi bir karar alınması kabul edilemez” diyor.
Son yıllarda özellikle Ruslar’ın dilindeki “kabul edilemez”in, bizim “dünya liderlerinin” hamasi söylemlerinden çok farklı olduğuna dikkat etmek lazım.
Bir yıl kadar önce, IŞİD’le mücadeleye katılım çağrılarına karşılık bizimkiler ısrarla Esad’ın da devrilmesi şartını ileri sürerken, Lavrov uyarmıştı: “Terörle mücadeleyi paravan olarak kullanarak Suriye’de rejimi değiştirme niyetleri Rusya açısından kabul edilemez”…
Ne oldu? Israr sürünce, ondan bir yıl sonra, tam teçhizat giriverdi Suriye’ye ve tüm denklemi değiştirdi. Demek “kabul edilemez” dediler mi, gerçekten kabul etmiyorlar.
Bugün ABD dışişleri bakanı bile, Riyad güdümlü “ılımlı muhalifler”ini, “Esad’ın gelecekte kurulacak ulusal birlik hükümetinin bir parçası olmasını kabul etmek zorunda kalabiliriz” fikrine ısındırmaya çabalıyor.
Onun için, Gatilov’un “kabul edilemez”i de ciddiye alınmalıdır.
Yarın Cenevre’de, muhalefet tarafına YPG’yi oturtursa, mahcup olunmayacak mı?
* * *
Uçak düşürme hadisesinden beri Rusya, Davutoğlu–Erdoğan ikilisi neye “hayır” dese, o alandaki saldırısını daha da şiddetlendiriyor sanki.
Suriye Türkmenlerine yaşattığı trajediden sonra, şu günlerde de, bizimkilerin “kırmızı çizgimiz” dediği “Fırat’ın batısında” yoğunlaşmaya başladı: “Rusya, terör örgütü PKK’nın Suriye kolu PYD’nin Fırat’ın batısında ilerleme çabaları için destek vermeye başladı. Nehrin batısındaki Mümbiç, ağır Rus bombardımanı altında”
Yarın, Türkmendağı gibi, o bölge de rejim güçleri ve YPG kontrolüne geçince, ne olacak “kırmızı çizgi”? Konuşur, ama yapamaz durumuna düşülmeyecek mi?
En hafif deyimle ülkemiz küçük düşmüş olmayacak mı?
* * *
Bu maceracı dış politikadan, kof hamasetten dönülmezse, öyle görünüyor ki, ekonomik ve siyasi istikrarımızı sağlamanın ve korumanın bedeli, gün geçtikçe daha da ağırlaşacak.
Filler tepişirken, çimenler eziliyor.
Sorun, “filler” ligine çıkacak mıyız, çıkamayacak mıyız sorunu.
Bu ise, bozgunda zafer havaları çalmakla çözülecek bir sorun değil.
Mamafih iktidar ve yandaşlarının mucizevi bir formülü var gibi: AKP politikaları sonucu içine düştüğümüz bu çıkmazdan, yine AKP tarafından, “başkanlık” sihirli değneği ile çıkılacak (!)
Bu “sihirli sopa”, ülkenin sürüklendiği çıkmazdan çıkmaya mı, yoksa ülkeyi bu çıkmaza sokanları çıkarmaya mı matufdur, orası meçhul (mü?) artık…