Şimdiye kadar kaç kez şuan hissettiğim öfkeyle kabıma sığamadım bilmiyorum. Ancak şundan eminim ki, daha çok taşıyacağım bu öfkeyi ve daha çok sığamayacağım yere göğe. Asla da vazgeçmeyeceğim bu serzenişten!
Bildiğiniz üzere tarihimiz maalesef katliamlarla, zulümlerle, zalimlerin yazıp çiziği oyunlarla/şerefsizliklerle çevrili. Gerçi bu anlamda hiçbir ülke, hiçbir millet masum değil, o ayrı mesele. Neredeyse her gün, geçmişte yaşanan bir acıya tekabül ediyor. Elbette geçmişi değiştirme ve tarihi yeniden yazma gibi bir şansımız yok. Fakat geçmişi unutmamak, ders almak ve geçmişte yaşananların hesabını sorup tekrar yaşanmasının önüne geçmek hepimizin elinde. Peki ne kadarımız bunu yapıyor? İşte bende dananın kuyruğu bu noktada kopuyor!
Önce isterseniz neden celallendiğimden bahsedeyim size. Bugün iki şeyin yıldönümü tarihte. Birincisi, Maraş Katliamı. 19 Aralık 1978 yılında başlayıp 26 Aralık’a kadar 7 gün boyunca devam eden, Alevilere yönelik olan, resmi rakamlara göre 120 Alevi vatandaşımızın öldürüldüğü, Alevilere ait 200'ün üzerinde evin yakıldığı ve 100'e yakın iş yerinin tahrip edildiği bir katliamdır bu. Kayıtlara alenen geçmese de, bizzat devlet eliyle yapılmıştır, ki 12 Eylül’e zemin olsun. Tarihte bugüne denk gelen diğer bir acı ise, Taybet ananın katledilmesi. 19 Aralık 2015’te komşusundan evine dönen Taybet ana, kolluk kuvvetleri tarafından vurulmuştu. Evine 150 metre uzakta idi. Ailesinin veya sağlık ekiplerinin yanına gitmesine izin verilmedi. Ki zamanında tıbbi müdahalede bulunulsaydı, muhakkak kurtulurdu. Ailesinin gözleri önünde sokakta bir başına öldü Taybet ana ve 7 gün öylece sokakta kaldı. Ailesinin cenazeyi almalarına müsaade edilmedi 7 günlük kahredici bekleyiş sürecinde.
Gördüğünüz gibi bugün, iki kahır dolu olayın yıldönümüne denk geliyor. İkisi de birbirinden acı, ikisi de insanı öfkeden çıldırtacak cinsten ama nasıl oluyor da bazı insanlar umursamıyor bunları ve nasıl oluyor da bu acıyı hissedemiyor, sebep olanlara öfke duymuyor, aklım almıyor bir türlü. Bazı insanlar bildiğiniz flaş tv gibiler. Ne olursa olsun, hangi acı yaşanırsa yaşansın, bu cinslerin çizgisi değişmiyor ve sadece eğleniyorlar. Hayatları kocaman bir laylaylom. Bu kişiler “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” zihniyetinde ve başkalarının acısı zerre umurlarında değil.
Haaaa, sorsanız bunlardan duyarlısı da yoktur. Hümanisttirler, vicdanlıdırlar, merhametlidirler, adildirler bla bla bla. Pabucumun duyarlıları! Ben söyleyeyim size bu kişilerin ne olduğunu. Kendi acısı olmadığı müddetçe acıları umursamayan, merhametsiz, vicdansız, adalet terazileri bozulmuş, bencil, egoist yavşaklardır bunlar! Tabi ki mesele sadece yıldönümlerde bir şeyi zikredip paylaşmak değil. Örneğin bir katliamı sadece yıldönümünde hatırlayıp lanet okumakla kişi insanlığını tamamlamış olmuyor. Ancak bir mücadelesi, duruşu olmalı, tarafını göstermeli insan. Zalim mi zalimin karşısında mı, duruşu belli etmeli bunu. Ki bu duyarsızlar, bana göre zalimin yanında olan kişilerdir. Çünkü, zulme sessiz kalmak da zulmü ve zalimi besler, büyütür.
Şöyle bir olayı anlatırdı büyüklerim.
Nemrud, İbrahim peygamberin ateşte yakılması emrini verir ve yakılacağı meydan odunla doldurulur. Odunlar tutuşturulur. Alevler o kadar yüksektir ki bulutların tutuşacağını sanar çocuklar ve korkuya kapılır hayvanlar. İbrahim peygamberi mancınıkla ateşin tam orta yerine atacaktır askerler.
Atacaklardır ki, Nemrud’un bir kral olduğunu anlasın, görsün, bir daha ona karşı gelmesin diye.
Bu sırada bir karınca ağzında bir damla su ile koşa koşa gider. Hem de boyu göklere varan cehennem ateşine doğru. Başka bir karınca onun bu telaşını görüp sorar yanına yanaşıp:
“Bu acelen niye? Nereye böyle?”
Ağzında bir damla su taşıyan karınca o bir damlayı ellerinin arasına alıp:
“Duymadın mı?” der. “Nemrud, İbrahim peygamberi ateşte yakacakmış. İşte ateşin olduğu yere su götürüyorum.”
Bu sözleri duyan karınca kendini tutamayarak ulu orta kahkahalarla gülmeye başlar.
“Sen şu ateşe dönüp hiç bakmadın mı?” diye sorar. “Ne kadar büyük. Senin bir damla suyun ona ne yapabilir ki?”
Su taşıyan karınca, “Olsun” der. “Ben en azından safımı belli etmiş olurum...”
Bazı şeyler için insanın elinden bir şey gelmiyorsa, en azından bir duruşu, bir tarafı olmalı ve bunu göstermeli diye düşünüyorum. Şahsen örneğin bir yavşak olarak anılıp bir yavşak olarak uzun yaşayıp ölmektense, onurlu bir duruş taşıyıp ve kısa da olsa ömrüm, onurluca ölmeyi tercih ederim. Şunu da ekleyeyim. Tüm yazdıklarım, benim dört dörtlük duruşa ve mücadeleye sahip olduğum anlamını taşımıyor. Asla böyle bir kastim yok. Sadece elimden geleni yaptığımı belirtiyorum, o kadar...
Daha güzel bir dünya, daha temiz bir duruş/vicdan ümidiyle...