Birkaç aydır milletçe kriz geçiriyoruz.
İYİ Parti Genel Başkan Yardımcısı Durmuş Yılmaz, “Ülkemiz Cumhuriyet tarihinin en derin ekonomik krizlerinden biri ile karşı karşıyadır” diyor.
Erdoğan ise, “Bizde kriz miriz yok, bunların hepsi manipülasyon” diyor.
Büyük usta Timur Selçuk’un şarkısında denir ya, “Kriz var, kriz var-Ekonomi tıkırında”!
Böyle bir hal yani.
Ödeme güçlüğü ile birbiri ardına zor duruma düşen işletmeler, bu işletmelerin işsiz bıraktığı insanlar için; geliri pazarda, markette gıdaya, giyime, okul ve sağlık harcamalarına, barınmaya yetişemez olan çoğumuz için, Erdoğan’ın sözü hiç ikna edici değil.
Yılmaz’ın dediği gibi, krizin tam içine sürükleniyoruz.
* * *
Bazı iş adamları, tersine inanmak eğiliminde. Öyle ki, Erdoğan, “Hiç kimsenin gözü kur tablosunda faiz tablosunda olmasın..” mı dedi, onlar daha da ileri giderek, “iş dünyası olarak TL’nin ön plana çıkmasını .. televizyonlarda .. ve ekranlarda .. kurların gösterilmesi uygulamasından vazgeçilmesini ..” önerebiliyor. (14 Eylül 2018, dunya.com)
İlâhi Türk burjuvazisi!
Krizin olağan mağduru yoksullardan iş insanlarına kadar herkes tabii ki “TL’nin ön plana çıkmasını” ister. İster de olabilir mi?
Özel sektörün 240 küsur milyar dolarlık kredi borcunun uzun vadeli kısmının yüzde 94’ten fazlası, kısa vadeli kısmının yüzde 80’e yakını dolar ve avro ile.. (19 Eylül 2018, gazeteduvar.com.tr) Bu durumda TL nasıl “ön plana” çıksın?
Yani, aynı sırayla TL ile borç sadece yüzde 4’e ve yüzde 21’e tekabül ediyor.
Onun için, “TL’nin ön plana çıkması..” fikri kulağa hoş gelse de, pratikte maalesef boş..
Gerçek şu ki, bir borç krizi yaşıyoruz ve Durmuş Yılmaz’ın dediği gibi, bunun “.. temel kaynağı ise özel sektör firmalarının borçluluğudur”. (24 Eylül 2018, sozcu.com.tr)
* * *
Şu günlerin döviz kuru-enflasyon-faiz gailesi, 1979 sonunda IMF-DB’nın dikte ettiği “yeni” ekonomik düzenin rahmetli Turgut Özal ile başladığı 1980’leri andırıyor sanki.
Bu günlerde bakan Albayrak nasıl “.. Enflasyon ve cari açık ..”, “.. kur dalgalanması kaynaklı .. tahrip edici etkiler..” ile çok meşgulse, zamanın başbakanı Özal da, “Kur meselesi .. devalüasyon .. enflasyon ..” ile meşguldü.
Bir farkla; o zamanın günah tekesi KİT’lerdi, bugününki “dış güçler”
* * *
IMF-DB’na ve zamanın “Özalizmine” göre, Türkiye’nin ödeme krizine yol açan kara delik kamu iktisadi teşekkülleri (KİT’ler) idi. KİT’lerin özelleştirilip ekonomiden çekilmesi şarttı.
Buna göre devlet üretimden çekilmeli, ekonominin lokomotifi özel sektöre bırakılmalıydı.
Öyle de oldu. Özelleştirme, malum son bir kaç şeker fabrikasını da yüksek rantlı arsa adayına çevirdi!
Ama 40 yıl sonra işte yine bir dış borç öde(yeme)me krizi.
Aslında bizi sürekli dövizle borca mahkûm eden temel sorun ne KİT’lerdi, ne de “dış güçler”.
Dış güçlerin eline, bize müdahale edebilmenin araçlarını da veren en temel sorun, müzmin dış ticaret açığı. Dış ticaretimiz (1930-46 “parantez”(!) dönemi hariç) her zaman ülkeye döviz kaybettirmiş, bizi döviz borcuna mecbur ettirmiş.
* * *
Devletin üretimden çekildiği, ekonominin dümeninin burjuvazimize teslim edildiği yaklaşık 40 yıldır olan da bu. Özel sektörümüz, üretmek için ithal ettiği yatırım ve ara mallarını karşılayacak kadar yüksek katma değerli bir üretim performansı ortaya koyamadı.
Bakan Albayrak’ın, CNN’de -sanki 16 yıldır iktidarda değilmiş gibi- hâlâ “sağlıklı bir ekonomi için sağlıklı bir reel sektör”, “katma değerli ekonomi, dönüşüm, sanayi” ihtiyacını dile getirmesi, bu zaafın bir itirafı. (20 Eylül 2018, gazeteduvar.com.tr)
* * *
Her sınıf ve zümresiyle her toplumun kendine has yoğurt yiyiş tarzı var galiba.
1960-70’lerde, gerek milli gelir, gerekse sanayisinin montaj sanayi olması bakımından bizimle çok yakın düzeyde olan Güney Kore burjuvazisi, bugün, kendi teknolojisini üreten yüksek katma değerli bir sanayileşme modeline sahip. Türk burjuvazisi, teknolojiyi ithal ederek kendini sürdüren bir ekonomik modelin dışına çıkamadı.
Biz toplumca, neyin gerekli olduğunu görürüz de, pek adım atmayız.
2004’te, “Bilim, teknoloji ve yenilikte yetkinleşebilmek .. için .. ARGE .. GSYİH içindeki payının 2010 yılına kadar % 2’ye yükseltilmesi..” kararı alındı. (RG, 22 Ekim 2004)
Sonra ne oldu? 2010’dan sonra da bu oran % 1’i bile bulamadı. 2013'de G. Kore’de % 4’ün üzerindeydi.
2014’te, G. Kore’nin sadece 1 şirketinin (Samsung) ARGE’si 13 milyar doları aşkındı ki, bizim tüm ülke olarak toplam ARGE’miz bunun yarısı bile değildi.
G. Kore burjuvazisi hedefini bir özenti, bir heves olarak koymuyor. Adım atıyor.
Onun için, G. Kore ekonomisi ticaret fazlası vererek büyüyebiliyor (2017’de 78 milyar dolardan çok ticaret fazlası).
Biz ise açık vermeden büyüyemiyoruz (2017’de 77 milyar dolara yakın ticaret açığı).
* * *
Sürekli dışa kanayan bir ekonomi modelinden, yatırım ve ara mallarında yetkin bir ekonomik modele geçebilmek için, bu alanda devlet-kamu sektörü kaçınılmaz olabilir.
Bildiğim kadarıyla 3 siyasi partimizin program stratejileri de bunu göz önüne alır:
CHP Programı: “Yeni teknoloji ve sermaye yoğun yatırıma ihtiyaç duyulduğu halde özel girişimcinin bundan uzak durduğu alanlarda .. KİT’lere her zaman görev alanı vardır”.
İYİ Parti Programı: “.. özel sektörün yetersiz kaldığı durumlarda, Kamu’nun .. temel ara malların üretiminde doğrudan yer almasını sağlayacağız ..”
DSP Programı: “Ekonomide geleceğe yönelik yapısal değişikliğin gereği olan ileri teknolojili sanayiler kurulmasına da devlet öncülük edecektir. Devletin .. öncülük ve sorumluluk üstlenmesi, özel sektörün bu tür yatırımlara ilgisizliği nedeniyle zorunludur”
* * *
Bunlar, bizim burjuvazimizin “temel ara malların üretiminde”, G. Kore burjuvazisi gibi azimli, atak olamadığının zımnen kabulü demek. Siyaset bunun farkında yani.
Özel sektörün yatırım tercihlerine müdahale edilemeyeceğine göre, dış açık vermeden büyüyebilen; dış şoklara-krizlere dayanıklı ve rekabet gücü yüksek bir ekonomik zemin için kamucu bir karma ekonomi ihtiyacının bu partilerce kabulü demek.
* * *
Kendi aralarında ve akademiyle, sendikalarla, meslek odalarıyla, böyle bir model üzerinde çalışmaları, bir milli görev. Bu orta vadede olabilecek bir dilek.
Kısa vadenin yakıcı sorunu, içinde bulunduğumuz kriz ortamında, yabancı alacaklıların çıkaracağı faturanın yükünün topluma nasıl dağıtılacağı sorunu.
Dış krediye nispeten kolay ulaştığımız günlerde her kesim, bundan nemalandığı oranda, Alman usulü kendi payına düşen kadarını mı ödeyecek? Yoksa her krizde olduğu gibi mi?
Cevabını bir işadamımız versin: “Şirketlerin borcu, 81 milyon Türkiye vatandaşının borcu haline geldi” (31 Ağustos 2018, tr.sputniknews.com)
Şimdiden ödemeye başladık bile. Market raflarındaki fiyatlar, milletin sofrasından eksilenler vs.vs.
Herkes tarafından rahat anlaşılır ifadelerle yazılmış, ekonomik analizi muhteşem bir yazı. Ellerinize sağlık Sn. Selma Nalbantoğlu
Hocam harika bir yazi olmuş ellerinize emeginize saglik ..