Birinci kapanmada mali yükümlülükleri ertelenen esnaf ve KOBİ’ler, şimdi hem onu ödemek, hem de -artık yapılandırma kapsamına alınmadıkları için- bu dönemin ödemelerini de yapmak zorunda kaldıkları için tam bir çıkmazda. Onların yanında çalışırken işsiz kalan milyonlarca insanımız temelli mutlak bir yoksulluk pençesine terk edilmiş durumda.
Ya salgın koşullarında fabrikalarda, inşaatlarda çalışan emekçiler?
Maddi gücü olmayanlar yaşadığı binanın güvenli olmadığını bile bile test yaptırmaktan niye kaçınıyorsa, çalışan emekçi de aynı sebepten virüs kaptığını bile söylemekten kaçınır halde. Çünkü bina hasarlı çıkarsa maddi gücüne uygun bir barınma şansı; COVID nedeniyle işinden olursa evine ekmek götürme şansı, merkezi bütçeden, karşılıksız ve doğrudan destek gelmediği sürece, neredeyse sıfır..
Bu acı gerçek Türk kapitalizmini utandırmaya yetmiyor; bir de insanca makul bir asgari ücret sanki ekonomiyi kötüye götüren bir şeymiş gibi sunulmaya çalışılıyor.
Oysa;
Bir defa bu ekonomi, mevcut asgari ücret düzeyi sürerken ve hatta kovit salgınının etkileri görülmeden önce de zaten durgunluk içindeydi..
İkincisi, meselâ Belçika, Hollanda, Fransız, İngiliz kapitalizmlerinde çalışan nüfusun yüzde 90’dan fazlası asgari ücretin üzerinde ücretlerle çalışırken bizimkinde çalışanların yüzde 50’ye yakını asgari ücretle veya altında ücretlerle çalışıyor. Ama bu durum o ülkelerin sanayi-tarım üretici gücünün, kişi başına milli gelirinin bizimkinden daha iyi olmasına engel teşkil etmiyor da, her nasılsa bizde, ekonomiye yıkıcı etki yapıyor(!)
* * *
“Kapitalizm kapitalizmdir! Şu ülke bu ülke kapitalizmi olur mu?” diye düşünülebilir belki.
Dünyada birkaç ülke dışında, siyaseten bir zamanlar sosyalist olanlar da dahil hepsi kapitalist. Bu doğru. Ama sermaye birikim rejimleri, üretim tarzları arasında pek çok fark var..
Tabii ki, bunlar bir köşe yazısının sınırlarına sığacak gibi değil.
Onun için, sanayileşmiş ülkeler ile bizim “yatırımcılık” tarzımız arasındaki farkın çok açık göründüğü bir alana; kentsel ranta yaklaşım farklılığına dair konuşmakla yetineyim.
İBB Başkanı Soyer’in işaret ettiği şiddetli ihtiyaç; yani, “.. şehirlerimizin mekânsal iyileştirilmesiyle ilgili yeni bir perspektife ve bütüncül bir yasal düzenlemeye ihtiyaç .. imar mevzuatıyla ilgili .. çağdaş ve yenilikçi bir vizyona ihtiyaç ..” tam da bu farkımızın dayattığı bir ihtiyaç olsa gerek. (26 Kasım 2020, tr.sputniknews.com)
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü’nün 2015 tarihli bir raporu, sanayileşmiş Avrupa ülkelerindeki imar ve rant uygulamalarına dair bir özet geçmiş. Özet ama bir fikir veriyor.
Görünen o ki oralarda, kentlerde imar plânı ile gelen değer artışlarının büyük payı veya tamamı sistemli ve sürekli olarak belediyelerin tasarrufuna geçiyor. Örneğin, rapora göre:
İngiltere’de “imar plânı nedeniyle oluşacak değer artışlarının % 75’ini alma hakkı yerel yönetimlere tanınmış”. Hollanda’da “toprakların çok büyük bölümü kamu elinde olduğundan plânlama ile gelen artı değerlerin tekrar kamuya aktarılmasına gerek kalmamakta” ve İsviçre Zürih kantonunda “imar uygulamaları nedeniyle artı değer kazanan mal sahiplerini imar masraflarına katılmalarını sağlamaya belediyeler yetkili..” imiş.. (Rapor s. 9-12)
Burada şu iki husus önemli geliyor bana.
Hepsi de kapitalizmin klâsik merkezlerinden olan bu ülkelerin hiç birinde toprak, serbest piyasada buzdolabı, peynir vb. gibi serbestçe alınır satılır meta gibi algılanmıyor. Bizde ise tam da öyle algılanıyor.
Toprak üzerinde kamu tasarruf gücü, bizimkiyle kıyaslanmayacak kadar yüksek ve toprakta zaten kamunun yatırım harcamalarından dolayı ortaya çıkan rantı büyük ölçüde kamuya, belediyelere döndürebiliyor. Bizde ise, kamunun ürettiği değer artışı neredeyse tümüyle arsa spekülatörü sermayeye aktarılıyor.
Onun için, kentsel düzenlemelere dönük olarak, ileri kapitalist ülkelerin belediyelerinin elinde hem siyasal yetki var hem de finansal güç var.
Bizde ise, bir defa çok başlı kentsel plânla(ma)ma keşmekeşi var.
Sonra, her türlü imar işinde son sözü söyleme yetkisi merkezi hükümetin; o da gayrimenkul spekülasyonunu sanayi ve tarımsal yatırımdan çok daha cazip hale dönüştüren bir politikanın temsilcisi.
Dahası belediyelerin -özellikle muhalefet partilerinin kazandığı belediyelerin- merkezi bütçeden almaları gereken payları bile budamak ve Kanalİstanbul gibi rant projelerinin yükünü de onlara yüklemek derdinde.
Hal böyle olunca, omuzlarında vatandaş için güvenli ve ulaşılabilir maliyetli gerçek bir kentsel dönüşümün sorumluluğunu hisseden sayın Soyer’in “yeni bir perspektife ve bütüncül bir yasal düzenlemeye”, “yeni bir finans sistemi”ne işaret etmesinin nedeni de anlaşılır.
Bunu sağlayamadığımız takdirde, sayın İmamoğlu’nun işaret ettiği gibi, “.. depremi .. yönetebilmenin bir modelini, bir finansmanını, bir imalat biçimini bulamadığımız takdirde, yıllar geçer, aynı şeyi konuşur dururuz..” (16 Kasım 2020, cumhuriyet.com.tr)
Aramızda ciddi farklar var; yukarıda sözedilen/söz edilmeyen ileri sanayi ülkeleri kapitalist ise, biz neyiz? Ya da tersi de sorulabilir.
Onlar aklını kullanan, bilime yaslanabilen kapitalist ülkeler ise, bizimkisine ne denebilir bilemedim.
* * *
CHP, bir “Yerel Yönetimler Politikası Belgesi” hazırlığı içinde. Tam da yukarıdaki mesele.
Bunun için, “.. dünyadaki farklı ülkelerin yerel yönetim uygulamaları .. yetkileri ve finansal durumları Türkiye ile karşılaştırıldı .. devletin vatandaşa en yakın eli olan yerel yönetimlerin, yetki ve finansal kaynak açısından güçlendirilmesi, bilhassa demokrasinin güçlendirilmesi anlamına gelecektir” diyor sayın Torun.(7 Aralık 2020, gazeteduvar.com.tr)
Bence ülkemizin sosyoekonomik ilerlemesi açısından son derece kıymetli bir girişim.
Ayrıca, hiç kuşkum yok ki “dünyadaki farklı ülkelerin yerel yönetim uygulamaları”ndan da gerekli dersler çıkacak.
Ancak, “dünyadaki farklı ülkelerin” olduğu kadar CHP’nin kendi müktesebatının anlaşılması da kapsamlı bir Yerel Yönetimler Politikası için olmazsa olmaz önemde.
Kurumsal müktesebatı da gösterir ki, CHP, aslında o ileri ülkelerden ve kendi geçmiş iktisat politikalarından zaten yeterince ders çıkartmış. Yani tarih bizim nesille başlamıyor.
1962 “Ana Davalar Bildirisi” ile, “.. arsa spekülasyonunun önlenmesi..”nin gereğini görmüş; 1968 “Sosyal ve Ekonomik Temel Amaçlar Bildirgesi” ile de “CHP’si .. arsa ve konutu aşırı kâr konusu olmaktan çıkaracaktır” sözünü çoktan vermişti.
Dahası, gayrimenkul spekülasyonunun toplumsal tasarrufları bir karadelik gibi yuttuğunu ve sermaye için çok çekici bir aşırı kâr alanı olarak, sanayi ve tarıma yönelmekten alakoyduğunu görerek, 1964 “İleri Ülkümüz” bildirisinde şu analiz ve tespitte bulunmuştur: “İktisadi gelişmemiz yönünden verimli olmadığı halde aşırı kazançlar sağlanmasına elveren bazı alanların sermaye için çekiciliğini gideren tedbirlerle de, plan amaçlarına uygun, dış ödeme açığını ve işsizliği azaltıcı alanlara sermaye akımı hızlandırılmış olacaktır”
Burada, bu kadim teşhis ve tedavileri, bir de “Yerel Yönetimler Politikası Belgesi” ile bir kez daha vurgulamaktan (ki bu gerçekten kıymetli) daha önemlisi, şu tür soruların yanıtını bulmak: Türkiye, sorunun çözümlerini kâğıt üzerinde gayet güzel formule ettiği halde, niçin yarım asırdır bunları kuvveden fiile geçirememiştir? Niçin sanayileşmiş “farklı ülkelerin yerel yönetim uygulamaları” klâsında bir kurumsallık yaratamamıştır?
Bu nasıl bir toplumsal ve siyasi Oblomovluktur?
Bunu aşamazsak, sayın İmamoğlu’nun işaret ettiği gibi, “.. depremi .. yönetebilmenin bir modelini, bir finansmanını, bir imalat biçimini bulamadığımız takdirde, yıllar geçer, aynı şeyi konuşur dururuz..”
Bir yarım asır sonra da torunlarımız “dünyadaki farklı ülkelerin yerel yönetim uygulamaları”nı araştırıyor olmasın lütfen..
Selma abla yazılarını okuyorum,cokda doyurucu buluyorum okurken de tamda düşündüğüm gibi yazmış diyor heyecanlanıyorum,kalemine sağlık diyor saygılar sunuyorum.